26 Haziran 2014 Perşembe

Yaratılış Efsanesi

Ön Bilgi: Aşağıda okuyacaklarınız Illuminati'nin resmi web sitesi olduğunu iddia eden Armageddon Conspiracy web sitesindeki "The Divine Suicide" adlı yazıdan alıntı yapılarak çevrilmiştir. Yazının orjinalini ingilizce olarak buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.


<<<
YARATILIŞ EFSANESİ
Illuminati’nin yaratılış miti nedir?
....

Fiziksel evrenin dahi olmadığı milyarlarca yıl öncesini hayal edin. Varolan tek şey Tanrı ve kendine ait ruhu idi. Tamamen saf düşünce halindeydi: Mutlak Zekâ. Çağlar süren düşünceden sonra, Tanrı sıradışı bir karar verdi: intihar edecekti. Bütün zamanların en önemli anını ortaya koyacaktı – kendi ölümünü. Tanrının ölümünü.

Peki ama Tanrı kendini nasıl öldürür? Tanım olarak bu imkansız değil midir? Neticede sonsuz olanı, ölümsüzü, ebediyi öldüremezsiniz. Varlığın kendisini öldüremezsiniz ve varlığın ta kendisi Tanrı’dan başka birşey değildir. Ve eğer tüm varolan o ise, ölümünden sonra geriye ne kalacaktı?

Tanrı anladı ki yaşayabileceği tek gerçek ölüm bir çeşit transformasyon idi; kendini varlığın yeni bir formuna çevirebilirdi. Diğer bir deyişle kendini reenkarne edecekti. Artık tamamen saf düşünce olarak var olmak yerine yaratmaya karar verdiği devrimsel nitelikteki yeni bir bileşeni – maddeyi de içerecekti. Ancak, Tanrı’dan geldiği için bu da, madde de Tanrısallık ile bezenmiş olacaktı. Ne kadar işe yaramaz ya da önemsiz gibi gözükse de maddenin her parçası Tanrı’dan bir kıvılcım olacaktı. Ve bütün bu parçacıkların, kendi bünyelerinde olan Tanrı’yı yeniden oluşturmak için karşı konulamaz bir arzusu olacaktı.

Tanrı’nın sonsuz olarak esinlendiği fikir en nihai yaratma eyleminin kendisini yaratmak olduğu idi. Tanrı, Tanrı olacaktı. Daha ilâhi bir amaç olamazdı.

Yani Tanrı, fiziksel uzayda var olmayan, uzay ve zamanın dışında yer alan, sonsuz gücün, sonsuz ruhsal ve entellektüel enerjinin sahibi olan varlık zekâsının sonsuz enerjisini maddesel evrenin sonsuz enerjisine çevirmek için kendisini imha edecekti. Yeniden doğabilmek için ölecekti. Ölümünden çağlar sonra ölümünün ortaya çıkardığı fiziksel parçacıklar, ilahi kıvılcımların eşsiz toplulukları, onu yeni bir formda hayata getirmek için bir yol bulacaktı. Kendisine yeniden hayat verecekti.

Tanrı yaşayacak, ölecek, yeniden doğacak ve yeniden yaşayacaktı. Samsara’yı tecrübe edecekti. Sonsuz gücünü, ebedi cesaretini, sonsuz zihinsel merakını gösterecekti.  Var olmanın tam ve nihai bilgisine erişecekti. Eğer kendini öldürmez ise ölümün ne olduğunu asla bilemeyecekti. Bilgisi tamamlanmayacaktı. Eksik olacaktı, mükemmel olamayacaktı. Kendisi ölümlülerin kaderini yaşamadan, nasıl ölümlülük hakkında yargıda bulunabilecekti?
Hiç ölmeden nasıl Tanrı olabilirsiniz? Ölümü ancak yaşayarak anlayabilirsiniz. Aynı şekilde Tanrı yaşamadan şüpheyi nasıl anlayabilir? Kendisini öldürmesi, tekrar hayata geldiğinde asla bir önceki saltanatındaki gibi olamayacağı ihtimalini doğurur. Kaçınılmaz bir şüphe bileşeni olacaktır böylece.

Tanrı’nın aksi takdirde anlayamayacağı herşey kendisini öldürmesi ile kendisi tarafından bilinebilir hale gelecektir. Kendi benliğinin tam idrakine varmanın, Tanrı’dan beklenen mükemmelliği elde etmenin tek yolu budur.

“Kendi mızrağım ile yaralanmış olarak dokuz gece boyunca; Odin’e adanmış olarak, kendime adanmış olarak rüzgâr tarafından sallanan, köklerini insanların bilmediği heybetli ağaçta asılı olarak kaldım”

Odin tek gözlüydü çünkü diğerini Viking Tanrılarının en bilgesi olan ve sadece bir baştan ibaret olan (düşmanları tarafından koparıldığı için) Mimir’e vermişti. Gözünün karşılığı olarak Odin’e “Bilgeliğin Babası” olarak bilinen Mimir’in başına danışma hakkı verilmişti. Bilgiyi arttırmak adına yapılan çabaların kalbinde kişisel – fedakârlık yatar. Güç olarak noksan olanlar, çok korkak olanlar her zaman kişisel gelişimin zorlu yolları yerine kolay zevklerin ve ucuz eğlencilerin şatafatlı saraylarını, etrafımızı saran ufak rahatlıkları ve keyifleri tercih ederek gelişimin sert ve çoğu zaman takdir edilmeyen çabasından uzağa düşerler.

Vikingler, Tanrıların ölümünü getireceğini düşündükleri Ragnarok adı verilen bir olaya inanıyorlardı. Ancak sonrasında hayat yeniden başlayacak ve yeni Tanrılar doğacaktı. Ragnarok, kıyametin olduğu kadar güzel bir yeniden doğumun da anıydı.

Bir Grek hikâyesi olan Zagreus’ta da Tanrı öldürülüp parçalanır, ancak kalbi Zeus tarafından kurtarılır ve Dionysus’a hayat vermekte kullanılır.

Hristiyanlıkta “Tanrı” ölür ve yeniden diriltilir.

Tanrı’nın ölerek yeniden hayata gelmesi (kimi zaman oldukça farklı formlarda) pek çok dini inanışın güçlü bir özelliğidir.

*****

İlahi an 14 milyar yıl önce geldi. Tanrı ışığa ol dedi ve ışık oluştu. Kendisini tüm zamanların en büyük patlamasına -zihnin evreninden maddenin evrenini yaratılışına kurban etti. Fiziksel hiçlikten – Tanrı’nın saf zihninden – fiziksel evrendeki “herşey” ortaya çıktı. Tanrı’nın ölüm anı, Yaratılış’ın anı idi. “Alfa Noktası” idi.

Fiziksel evren teolojiktir: bir amacı, arzulanan bir sonu, bir “Omega Noktası” vardır. O son nokta yeniden doğmuş Tanrıdır. Tanrı’dan doğan fiziksel evren yenilenmiş Tanrı olmayı hedefler; eskideki saf Zekâ halindeki Tanrı değil ama Zekâ ve Maddenin yeni bir Tanrısı.

Tanrı maddenin yaratılmasının zekânın yokedilişi demek olmadığını biliyordu. Aksine, nasıl ki madde bir enerji formu ise (Einstein’ın gösterdiği üzere), aynı zamanda bir zihin formudur çünkü zekâdan üretilmiştir. Madde fiziksel boyutlu zekâdır, saf ve boyutsuz zekânın aksine.

Evren canlıdır. Bir organizmadır. Düşünür. Arar. Çabalar. Evrenin bir ruhu vardır. Ebediyen ilahi kökenine ulaşamaya çalışır. Diyalektik olarak Alfadan Omegaya seyahat eder.
Biz insanlar ilahi kıvılcımı barındırırız. Hepimiz Tanrı’nın parçalarıyız. Ancak Tanrı olarak birleştiğimizde tam olacağız. Bu bizim ilahi misyonumuzun yerine getirilmesidir.

Gerçek Tanrı – Deus Absconditus – Gizli Tanrı’dır. Günün birinde Deus Manifestus – Ortaya Çıkan Tanrı olacaktır. Biz hepimiz ortaya çıkarma sürecinin parçalarıyız. Bizler, henüz Tanrı olduğunu bilmeyen ama Tanrı olmak yolunda ilerleyen evrenin gizli Tanrılarıyız.

Nasıl ki insanlık uzaydaki bir cansız kayadaki ilkel bir kimyasal çorbadan doğmuşsa, Tanrı’da görünürde cansız bir evrendeki yıldız tozundan doğacak. Hepimiz parlayan yıldızlarız ve günün birinde en parlak yıldız – Tanrı’nın kendisi olmak için bir araya geleceğiz. Bu insanlığın kaderidir.  Bu insanlığa ilham veren bir vizyon değil midir? Biz basit insanlar değiliz; ilahi varlıklarız, Tanrı’nın kendisi haline gelecek bir tanrılar topluluğuyuz: Yeniden reenkarne olmuş, yeniden dirilmiş, yeniden doğmuş bir TANRI.

Bu “efsane” fiziksel olmayan bir enerjiden (Tanrının zekâ ve ruhundan) evrenin nasıl yaratıldığını ancak yine de halâ Tanrı’nın zekâ ve ruhuna sahip olduğunu açıklar. Yaşamın nasıl varolduğunu açıklar: evren yaşamdan (Tanrı’nın) yaratılmıştır ve her yeri Tanrı’nın nefesiyle donatılmıştır. Bu efsane neden bilinçli varlıklar olduğumuzu (Tanrı’nın tüm kâinata yayılmış içsel bilincini yansıtırız) açıklar. Neden bir ölümsüzlük ve ruh ile gelecekteki bir cennete dair algımız olduğunu ve neden insanın sürekli tanrılar ve Tanrı’dan bahsedip durduğunu açıklar. Tanrı’ya doğru evrimleşiyoruz – evrimi açıklar. Yaşamalarımıza tam bir anlam verir bu efsane.

Illuminati’nin efsanesine göre şeytan nedir peki? İyi ve kötülük diğergamlık ve bencillik açısından tanımlanmıştır. Bir davranış ne kadar az kişisel ise ve başkalarına yönelik ise o kadar “iyi”dir. Bir davranış ne kadar kişisel çıkara yönelik ve bencil ise o kadar “şeytani”dir. Dolayısıyla kurbanlarına sadece kendi zevklerini tatmin etmek için yaratılmış nesneler gibi davranan, onların insanlığını görmezden gelen bir seri katil tabiki şeytanidir, kötüdür. Başka ailelerin zararı uğruna kendi avantajlarının peşinden koşan seçilmiş aileler kötüdür. Diğer insanlar için hiçbirşey düşünmeyip sadece alacakları primlerin miktarını düşleyen bankerler kötüdür. Sadece kendilerine hizmet eden politikacılar (ve bunlara bolca ödeme yapan lobiciler) kötüdür. İşçilerini ezip sömüren açgözlü patronlar kötüdür. Diğerlerini isteyerek acıtanlar kötüdür. Kendilerine istemedikleri davranışları başkalarına sergileyenler kötüdür. Şeytan ya da kötü –açgözlülük, bencillik  ve kişisel çıkar formunda – etrafımızı sarmıştır. Bunlarla doymuşuzdur. Dünyamız heryerinden kötülük damlatmaktadır. Öte yandan gerçek iyilik ise bu çürümüş dünyada en kıymetli altından bile nadir bulunur.

Şeytan, Tanrı’nın kendini yeniden üretmesi esnasında ortaya çıkan bir ara kademedir. İyiyi nilmesi için kötüyü yaşaması gerekmektedir. Başkalarını düşünen ve diğergamlığı öğrenmesi için bencil ve çıkarcı olması gerekmektedir. Şeytan, Tanrı’nın kendini anlamadan önceki ilkel halidir.
Tanrı için Şeytan, bir yetişkin insan için bebek ne ise odur.  Bir bebek bağıran, istediğini elde edemez ya da ebeveynleri ona ihtiyacı olan herşeyi vermez ise  feryat figan koparıp ağlayıp sızlayan ufak bir canavardır. Diğerleri umrunda değildir. Tamamen kendi ‘id’i ile hareket eder. Başkalarına saygı duygusunun gelişmediği, narsist ve egoist bir haldedir bir bebek. “İSTİYORUM” onun sloganıdır: “ONU BANA VER. BANA İTAAT ET. EVRENİN MERKEZİYİM BEN”  (Dünyayı dolandıran bankerler de aynı bu şekilde değil mi?)

Olgun bir yetişkin ise “id”den ziyade “süperego”su ile hareket eder. Tavırlarında diğerlerini dikkate alır ve onları düşünür.

Jung’un terimleri ile Şeytan, Gerçek Tanrı’nın gölgesidir: Tanrı’nın gerçek kişiliğine ulaşması aşamasında geçmesi gereken ilkel, olgunlaşmamış, karanlık, aydınlanmamış, yokedici ve bencil taraf.

Tanrı, aynen bizim gibi, tam olarak kişisel gerçekleşmesini başarabilmek için, mükemmel olmak için  negatif kıısmlarını yenmeye çalışan diyalektik bir yoldadır.

Tanrı’nın suretinde yaratıldığımız sözünün gerçek anlamı tam da bu değil midir?  “Yukarıdaki ne ise aşağıdaki de odur” şeklindeki çok eski bilgeliğin gerçek anlamı?

İbrahimi inançlar Tanrı’ya ilişkin tüm gerçekliği yoketmiştir. Oluşmakta olan Gerçek Tanrı yerine, diyalektik Tanrı’nın daha önceki, canavarsı versiyonuna tapmaktadırlar. Kendini idrak emiş yetişkin yerine olgunlaşmamış bebeğe tapmaktadırlar. En önemli hatayı yapmışlardır. Gölgeye tapmaktadırlar. Kendileri de gölge yaratıklardır. Gölgelerin kardeşliğidir onlar. Yahudilerin, Müslümanların ve Hristiyanların yok edici, çocuksu ve aldatılmış bir psikolojiye sahip gerici ve ilkel insanlar olduğunu idrak edebildiğinizde neden dünyanın böyle olduğunu da anlarsınız. Bu dünya, yetişkin hale gelmesi gereken bir çocuktur.

Yahudiler, Holocaust (Nazi Kıyımı)’da insanlık dışı davranılmıştılar, şimdi Filistinlilere insanlık dışı davranıyorlar. Binlerce yıl önce Tanrılarının adına Filistinliler’in atalarının topraklarını çalmıştı Yahudiler.  Çok fazla şey değişmedi. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Hristiyan pilot ve askerler Müslüman sivilleri yok etmiş sonra da bunun kaçınılmaz bir “toplu kayıp” olduğunu iddia etmiştir. (masum Müslümanlar amaç uğrunda öldürülen nesneler gibi düşünülmüştür) Özgürlük ve demokrasi adına, “iyi adamlar” oldukları iddiasıyla güya bir savaş vermişlerdir. Kimi kandırıyorlar? Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Müslümanlara gelirsek, Muhammed hakkında eleştirel şeyler yazan bir yazarı ölüme mahkum etmişlerdir. Muhammed’i eleştiren bir karikatür çizdi diye İskandinavyalı bir karikatüristi öldürmeye çalışmışlardır. Kaçırdıkları masumların kellelerini koparırken ya da masum insanlar ile dolu kaçırdıkları uçakları patlatırken, ya da pazar yerlerinde masumları katlederken Allahu Ekber – Allah Büyüktür diye bağırırlar. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Bu fanatikler aşırı derecede tehlikelidirler. Çocuksu bir psikolojik düşünce dünyasına hapsolmuşlardır. Yetişkin y erine çocuk gibidirler. En ufak provokasyon onları muazzam bir öfkeye sürüklemeye yetmektedir. En ufak şeyden öfkelenebilirler. Kendi savlarını zekice, inançlarının akıllı avukatları gibi savunmazlar. Sürekli bombalara, silahlara, kılıçlara başvururlar. Dinleri bu dünya için bir lanettir. Efendilerinin yani Şeytanın tam bir yansımasıdırlar.
Bizi bunca uzun zamandır geri bıraktıran, Gerçek Tanrı’nın Mutlak Zekâsının ilham verici mükemmelliği yerine Şeytan’ın deli düşüncelerine kitleyen İbrahimi dinlerin ortadan kaldırılması, insanlığın kurtuluşunun ilk adımıdır.

Tevrat’ın, Eski Ahit’in ve Kur’an’ın tanrısı Şeytandır. İnsanlığın kendisine tapmasını, kendisine teslim olmasını, onu yüceltmesini ve sürekli ona kulluk halde olmasını ister. Kıskanç, öfkeli, kinci, zalim, bölücü, zorba, narsist, vahşi, psikopattır. Çok büyümüş şımarık bir çocuktur. Ve bizi kendi kirlenmiş ve yıkıcı suretinde şekillendirdiğinden bizler de böyle kötüyüz.

Ancak farkedilmesi gereken gerçek şudur: İnsanlığı kurtaran Tanrı değildir, ama aksine Tanrı’yı kurtaran insanlıktır. Eğer insalık Şeytan’ın insanlığa giydirdiği “bencillik geni”nden kaçabilir, eğer insalık kişisel çıkarcılık, açgözlülük ve bencillik yerine diğergamlığa ve paylaşmaya yönelebilirse, Şeytan’a ahlâki olarak daha üstün olduğumuzu göstermiş olacağız. Ancak o zaman Gerçek Tanrı olduğu yanılsaması içerisinde olan Şeytan, olduğuna inandığı gibi olamayacağını anlayacak. Şeytan –Yehova / İncil’in Tanrısı / Allah – gerçek Tanrı’nın antitezidir. Aynı zamanda Gerçek Tanrı’nın evriminde kaçınılmaz olan bir diyalektik süreçtir. Tanrı kendisi kötü olmadıktan sonra iyi ve kötü’nün tam anlamını kavrayıp o aydınlanmış duruma geçemez. Eğer kötülüğü hiç bilmeseydi masum, basit bir olgudan öteye gidemezdi. Bâkir Katolik rahipleri evli çiftlere cinsel konularda tavsiye verir ise gülünürler. Tecrübeleri dahi olmayan bir şey hakkında nasıl yorum yapabilirler ki? Bir şey hakkında konuşabilmeniz için o şeyi yaşamış olmanız gerekir. Aydı mantık ile kendisi yaşamayıp kötünün tam kavramını idrak etmedikçe Tanrı’da iyi ve kötüyü yargılayamaz. Tanrı’nın diyalektik gerçeği budur...

Tanrı, kendisinin tam idrakine ve ahlâki mükemmelliğe insanlık ile ulaşır. Tanrı’yı şekillendiren bizleriz. Eğer bir ahlaki olarak Şeytandan üstün hale gelebilirsek biz onun suretinde değil o bizim suretimizde şekillenir. Bizim ilahi, diyalektik görevimiz Şeytanı dönüştürmek ve onu doğru yola iletmektir.

Yaratılış ile ilgili olarak bilim ne demektedir? 14 milyar yıl önce, tabiri caizse hiçlikten evren ortaya çıkmıştır. (Ancak hiç bir bilim adamı ne bunun nasıl olduğunu ne de Büyük Patlama’dan önce ne olmakta olduğunu inandırıcı bir şekilde açıklayamamaktadır) Evren “canlı” olmamasına ve “zihin” ile kaplı olmamasına rağmen doğal seleksiyon ile evrimi destekleyerek cansız olanın mucizevi bir şekilde canlı hale gelmesini sağlamaktadır(hiç bir bilim adamı bunun da nasıl olduğunu açıklamamıştır) ve sonrasında yine aynı mucizevilik ile insanlarda zekâ ve bilinci ortaya çıkarmaktadır ( yine cansız atomlardan nasıl bunların ortaya çıkabildiğini hiç bir bilim adamı açıklayamamaktadır). Bilim şunları reddeder: a) Tanrı, b) Ruhların varlığı c) Teoloji d) maddesel olmayan herşeyi, ancak yine de en önemli olan şu sorulara cevap verememektedir: cansızdan nasıl can oluşur, atomlardan zeka ve bilinç nasıl ortaya çıkar. Bu sebeple nasıl bu gizemleri dogmatik şekilde geçersiz kılabilmektedir?

Hangisini daha inandıcı buluyorsunuz, hangisinin daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorsunuz – maddesel bilimimi ya da Illuminati’nin Yaratılış Efsanesini mi?

İbrahime dinlere gelecek olursak, mükemmel bir Tanrı’nın mükemmel bir dünya ve mükemmel bir insanlık yaşamı yarattığını iddia ederler: Adem ve Havva.  Mutlu çift mükemmel bir cennette –Aden Bahçesinde- yaşamaktayken, Tanrı’nın bahçenin en görünen orta noktasına koyduğu İyi ve Kötünün Bilgi Ağacından,  meyve yemek üzere bir Yılan(Tanrı’nın bahçeye girmesine izin verdiği) tarafından kandırılırlar. Tanrı, Adem ve Havva’ya o meyveden yemeyi yasak etmiştir ancak onlar buna uymazlar ve böylelikle ilk Günahı işleyerek insanlığın cennetten kovulup düşmesine sebep olurlar. (bir elma için fazla ağır bir ceza değil mi?) Tanrı, ağacı hiç oraya koymasaydı ve yılanın bahçeye girmesine izin vermeseydi daha iyi değil miydi? Bağışlayıcı ve merhametli bir Tanrı olarak, onları ve onların tüm soylarını bir elma yemek gibi bir suç yüzünden ölümlü bir sefalet yaşamaya mahkûm etmek yerine affetmesi gerekmez miydi?

Eğer siz milyarlarcasının yaptığı gibi bu İbrahimi hikâyeye inanıyorsanız, o zaman şüphesiz ki her başka şeye de rahatlıkla inanırsınız ki bu da dünyamızın neden böyle acı dolu ve hastalıklı bir durumda olduğunu açıklar.

İbrahimi dinlerin tanrısı ne tür bir Tanrı’dır? Aden hikayesinde bile Adem ve Havva’nın Tanrısının Şeytan olduğu açıktır. Kâbil yalanın iç yüzünü görmeyi başaran ilk kişidir ve bu sebeple Illuminati tarafından yüksek saygı görür. (Armageddon Conspiracy kitabında anlatıldığı gibi)

Doğu dinlerine göre ise günün birinde Tanrı kendi üzerine bir ilizyon ve bilgisizlik örtüsü örter ve tek olmasına rağmen çokluk görüntüsü yaratır. Başka bir deyişle belli olmayan bir sebepten ötürü Tanrı kendisini kendinden saklamaya karar verir ve kendisini yeniden aramaya koyulur. İnsan ruhu (Hindu dininde Atman) İlahi ruhun (Hindu dininde Brahman) gerçekten bir parçasıdır ve samsara’yı –doğum, ölüm ve reenkarnasyon çemberini – yaşayarak en sonunda aydınlanmaya(Moksha) kavuşmalıdır. Budhizm’de “oyun”, tüm hayali insani varlığın yok edilerek ve gerçek varlığı oluşturan mistik Tekliğin parçası haline gelerek Nirvana’ya ulaşmaktır.
Hangi Yaratılış Efsanesini daha ikna edici buldunuz? Biliminkini mi, İbrahimi dinlerinkini mi, Doğu dinlerininkini mi yoksa Illuminatininkini mi?

Ancak Illuminati’nin efsanesi dinsel bazı temel öğeler içermekle birlikte Illuminati’nin dini değildir.

Nisan ayında, Illuminati’nin gerçek dinsel öğretilerini iletmeye başlayacağız. Din, sıradışı bir yolla başlar çünkü Tanrı olmadığı fikriyle giriş yapar. Bir bakıma da anlatmaya değer bir din, bir ateisti doğruluğuna ikna edebilen bir dindir. İnanç temelli dinler asla böyle bir şey başaramayacaklardır. Doğu dinleri ise, özellikle Budizm, daha başarılı olmakla beraber çoğu ateisti ikna etmekte yetersiz kalır. Felsefe, bilim ve dinin bir sentezi olan “Aydınlanma (Illumination)” ise ateist bir bakış açısıyla başlayıp Tanrının, ruhun ve ölüm sonrası yaşamın tam bir açıklaması ile son bulur.

 >>>

19 Haziran 2014 Perşembe

Zekâ ve İstek

ZEKÂ ve İSTEK
Sürekli ulaşmak istediğiniz hayalleriniz var mı yoksa zaman zaman bu maddesel dünyanın aslında “özünde” manasız olabileceği hissine kapılıyor musunuz?

Dünyayı ve hayatı ancak 5 duyu organımızın el verdiği ölçüde algılayabiliyoruz. “CNN şu an içinizden geçmekte ancak siz bunu farkında değilsiniz” dediği gibi bir matematikçinin kâinat direk olarak algılayamadığımız dalgalar ile dolu. Gözlerimiz de kulaklarımız da ancak belli dalga boyundaki ışık ve sesleri algılayabiliyor. Benzer bir şey koku, tat ve dokunma için de geçerli olabilir. Örneğin bilim adamlarının kabul ettiği üzere madde de bir çeşit enerji. Ancak biz bu enerji formunu dokunarak algılayabiliyorken, cep telefonlarından çıkan manyetik enerjiyi dokunarak algılayamıyoruz. Özetle hangi kanala ayarlanmışsa sadece o kanalı algılayabilen bir radyo ya televizyon gibiyiz denebilir. O kanal frekansı dışındaki başka frekansları direk olarak algılayacak reseptörlerimiz yok.

Aslında baktığınız zaman hayat da bu duyu organları aracılığı ile hissettiklerimizi maksimize etme mücadelesi gibi: yeni yerler görmek, yeni tatlar keşfetmek, müzik dinlemek ya da dağ kokusu, kır, bahçe kokusu duyabileceğimiz yerleri gezmek vs.
Ancak kendi başına bu 5 duyu hiç bir şey ifade etmez. Bu duyu organları ya da reseptörlerimiz sadece birer algılama aracıdır. Dış dünyayı algılamak ile “hissetmek” farklı şeylerdir. Algıyı bir hisse dönüştürmek için bir yorum gerekir. 5 duyu organı ile algılanan sinyalleri bir hisse dönüştürmek için başka bir şey gereklidir. Peki, o zaman acıyı, zevki, mutluluğu, lezzeti, kokuyu, başka bir teni, gördüğünün güzelliğini “hisseden” nedir, kimdir? Cevap: benliğindir, zekândır, ruhundur.  Her ne olursa olsun cevabın özetle dış dünyayı “hisseden” kısmın maddesel olarak tespit edemediğimiz bir olgu ya da varlıktır.  Kısaca buna “öz” de diyebiliriz.

Dış dünyaya dair istekler oluşturup bunlar için mücadele gücü sağlayan şey özdür. Dış dünyada algılananları yorumlayan özdür. Bu “öz” adeta bir bilgisayarın işlemcisi gibi algıladığı sinyalleri yorumlar ve buna uygun şekilde çıktılar üretir. Bu işlemcide yüklü programın kodu nedir peki? Ne yapmaya programlanmıştır işlemci? İşlemci zevki maksimize etmeye mi programlıdır, işlemci sadece ve sadece mutluluğun peşinden koşmaya mı programlıdır? Bu sorular ayrı bir tartışmanın konusu olabilir ancak benim asıl sormak istediğim şudur:
Eğer bu öz, benlik, zekâ, ruh ya da işlemci bedensiz olsa idi, reseptörleri olmasa idi, duymasa, görmese, koklamasa, tatmasa ne hissediyor olacaktı?

Boşlukta yüzen bu öz, reseptörleri olmadığı için göremeyeceğine, işitemeyeceğine, dokunamayacağına, koklayamayacağına ve de tadamayacağına göre neyi yorumlayacaktır?   5 duyu organımız sadece dış dünyayı hissetmemize aracılık ediyor ancak “hissetmek” için ille de bu alıcılar şart değil, keza düşünmek için de. Sevmek örneğin, bir dostumuzu, annemizi, oğlumuzu sevmek için ille de 5 duyu ile hissediyor olmamız şart değil, yanımızda olmasalar dahi onları sevebiliriz. Peki ya matematik? Toplama ya da çıkarma yapmak için de 5 duyuya ihtiyacımız yok... Yani eğer bedenimiz olmasa idi, özümüzle, benliğimizle hâlâ sevebiliyor ve de matematiksel işlem yapabiliyor olacaktık. Ancak gözlerimiz olmadığı için sevdiklerimizi göremeyecek, duyamayacaktık. Matematiksel buluşlarımızı fiziksel hayata geçiremeyecek, örneğin ölçülerini tasavvur ettiğimiz bir masayı realiteye dönüştüremeyecektik. Bu ikinci verdiğim örnek, düşüncenin yaratma gücüne bir misaldir. Çünkü düşünerek gerçekte var olmayan şeyleri tasavvur edebilirsiniz. Hiç daha önce yazılmamış bir roman yazabilirsiniz düşüncelerinizle, olmayan bir yerin resmini çizebilir, olmayan bir şarkı besteleyebilirsiniz. Aslında insan da bu şekilde olmayan şeyleri “yaratabilmektedir.” Ancak Tanrı’ya atfedilen “yaratma” sıfatında hep maddesel bir yaklaşım söz konusu olduğu ve evrendeki maddenin de yoktan yaratıldığı gibi bir varsayım yapıldığı için insanın düşüncelerinden kitaplar, şarkılar, resimler üretmesi ya da bir ağaca şekil verip daha önce tasarlanmamış bir masa yapması eşdeğer bir “yaratma” sıfatı olarak görülmez. Hâlbuki TANRI KÂINATIN İÇİNDE MİDİR, DIŞINDA MI? adlı yazımda da bahsettiğim üzere yoktan hiçbir şey var olmaz; sadece OLAN kendini dönüştürür. HERMETİZM felsefesinde geçen bir söz vardır: “Yukarıdaki ne ise, aşağıdaki de odur (As above, so below)”  Makro kozmos ne ise mikro kozmos da odur.  Tanrı nasıl ise insan da ona benzer. Bu bağlamda insanın da zekâsını kullanarak olan maddeyi başka bir şekle çevirmesi bir yaratmadır.

Düşünce bu yaratma eylemini, gerek masa yaparken gerek kitap yazarken ya da resim çizerken hep bir şeyleri keşfederek, hep sınırlarını genişleterek, hep bir adım öteyi açığa çıkararak yapar. Yeni bir lezzet isteği sizi yeni lokantalara sevk eder, yeni bir ülke görmeği isteği oluşur önce sonra seyahate çıkılır, yeni sorular yeni felsefi görüşleri, yeni matematiksel ya da bilimsel keşifleri sağlar. Düşüncenin itici gücü “istek (will) dir”. Eğer bu “istek” olmasaydı sadece mekanik hareketlere sınırlı, sadece mantıksal hesaplamalar yapan birer robot olurduk.  İstek mekanizması robotik düşüncelerden gelişime, sınırları genişletmeye ve aslında evrime yol açan mekanizmadır. İstek ile sürekli insan kendini keşfeder, doğayı, kâinatı keşfeder, gelişir, geliştirir. Zekânın itici gücü olan bu “istek” mekanizması zekâyı sürekli sınırlarını genişletmesi konusunda teşvik eder. Yeni zevklerin, yeni heyecanların, yeni amaçların ya da yeni maceraların peşine düşemediğinde insan sıkıntıya düşer, hayatın anlamını kaybeder.  Hayatı anlamlandıran şey bu zekânın sınırlarını genişletmesine olanak veren imkânlar ve mücadelelerdir.  İnsanlığın tarihi bu zekânın sınırlarını genişletmesinden başka bir şey değildir.



15 Haziran 2014 Pazar

Şeytan, Tanrı olduğunu iddia ederse?

Şeytan ne kadar zeki olabilir diye hiç düşündün mü? Eğer seni günaha sokan; türlü türlü oyunlarıyla, aklını karıştıran fikirleriyle, çeşit çeşit renge ve tada bürünen şekilleriyle seni baştan çıkarmaya çalışan Şeytan ise, o şeytanın IQ'su, zeka seviyesi sence kaçtır? 130? 140? 150? Sharon Stone'unki mesela 160. Muhtemelen bir insanoğlundan daha zekidir değil mi? Sonsuz olabilir mi zekası ya da sonsuza yakın?

İslâm'da 'Şeytan Ayetleri' denilen bir olay var. Şeytanın araya girerek Cebrailmiş gibi görünüp Hz. Muhammed'e yanlış ayetler gönderdiğini iddia eden bir hikaye... Salman Rüşdü'nün bir roman ile gündeme getirdiği ancak İran tarafından idama mahkum edilip ülkeden kaçmasına sebep olan bir konu... Bu kadar zeki ise, bu kadar maharetli ise Şeytan, -Allah ile peygamber arasına girecek kadar-, neden ikinci bir kez araya girmiş olmasın? Üçüncü, dördüncü, beşinci kez hatta.. Neticede şeytan yalanların babası, hilenin üstadı, kurnazlığın piri değil mi?

Son soru: bütün dinlerin gerçek Tanrı tarafından gönderildiğini nasıl garanti ediyorsun? Yalanların, kurnazlıkların, hilenin efendisi Şeytan, en büyük oyununu Tanrı olduğunu iddia ederek oynamış olamaz mı?

<<< 
BİLİŞSEL ÇELİŞKİ
İnsanlar hayatlarının büyük çoğunluğu bir şeye adadıklarında ve sonrasında inançlarına şaibe düşüren bir takım şok edici bilgiler ile karşılaştıklarında nasıl reaksiyon gösterirler? Kimisi inançlarının artık savunulabilir olmadığını idrak ederek onu terk etme cesaretini gösterir. Yeni bir şeylerin arayışına girer. Bazısı da yeni bilgileri önemsemez ve zaten mevcutta şüpheleri olduğunu bunun da sadece yeni bir tanesini olduğunu söylerler.

Ancak “bilişsel çelişki kuramı” ilginç bir tahminde bulunur: pek çok insanın yeni bilgileri tamamıyle reddeceğini  ve hatta inançlarını ikiye katlayacağını söyler.  Bir başka deyişle inançları sorgulandıkça, inançlarını pekiştirirler. Şüpheleri dile getireni nefretle karşılar ve bu mesajları iletenin kendilerini kandırmak ve yoldan çıkarmak için Şeytan tarafından gönderildiği sonucunu çıkarabilirler.

Salman Rüşdi’nin kitabı, kendisine melek Cebrail tarafından Kuran’ın dikte edildiği Muhammed’in daha sonrasında tekrar Cebrail ile karşılaşmasını ve başka Kuran ayetleri bildirmesini anlatan eski bir hikâyeyi gün ışığına çıkarır. Kısa zaman sonra ortaya çıkar ki bu sonradan bildirilen ayetler önceki ayetler ile uyuşmamaktadır ve hızla Kur’andan kaldırılırlar. Bu sonradan inen ayetler ile ilgili Müslümanlar’ın yorumu ise Şeytan’ın Cebrail şekline büründüğü ve böylelikle Allah’ın kutsal mesajlarını bozmaya çalıştığıdır. Bu ayetler sonrasında Şeytan ayetleri olarak adlandırılır ve pek çok Müslüman böyle ayetler hiç yokmuş gibi davranır.
Çünkü eğer gerçekten böyle bir olay gerçekleşmiş gibi davranırlarsa Muhammed, Şeytan tarafından kandırılan bir sahte peygamber mi sorusu ortaya çıkar. Ve eğer bir kere kandırılabiliyorsa neden ikinci bir defa kandırılmış olmasın? Hatta neden Kuran’ın tümü Şeytan tarafından dikte ettirilmiş olmasın?
Şimdi Rüşdü’nün kitabının neden bu kadar büyük bir yangın çıkardığını anlayabilirsiniz. İslâm’ın en ölümcül zayıflığına ışık tutmuştur: Şeytan’ın büyük peygamberi aldattığı gerçeğine.

Peki eğer Şeytani aldatma İslâm için doğruysa neden Hristiyanlık ve Yahudilik için de doğru olmasın? Hatta neden pek çok komplo teorisi için de doğru olmasın? Tanrı’nın doğrularını Şeytan’ın doğrularından nasıl ayırabilirsiniz? Hem de Şeytan yalanların babası iken ve bu konuda muazzam derecede yetenekli iken?
Pek çok komplo teorisyeni, çoğu durumda tezlerinin çürütüldüğü gerçeğini kabul etmeyi redderler. Bilişsel çelişki onların doğruyu kabullenmelerini engeller. Ruhlarının o kadar çoğunu inançlarına adamışlardır ki inançlarından geri dönmek artık onlar için imkansızdır. Yalanlara ve aldanmalara geri dönülemez biçimde kilitlenmişlerdir.

...

Bir yahudi, hristiyan ya da müslüman hatasını kabul etme kapasitesine sahip midir? Eğer yanıldıklarını ifade edecek olursa onları ebedi cehennem ateşi beklemektedir. Böyle bir tehdit karşısında kim inanmaz? Bunlar Korku dinleridir. Ve nerede korku varsa orada kontrol vardır. Bu dinler kökleri itibariyle, estirdikleri terör aracılığıyla global yönetim sistemleridir. Terörist dinler pek çok katil terörist yetiştirmiştir, ister sivil kıyafetler giyenlerden, ister yarı asker, isterse askeri üniforma giyenlerden...


Peki ama kontrol edenler kimlerdir? En tepedeki yönetici kimdir?

>>>

13 Haziran 2014 Cuma

Illuminati Hakkında Ön Bilgi

"Illuminati" hakkında araştırmalara başlayalı 1 yıldan daha az oldu. Aslında "illuminati" adlı bir gizli örgütün dünyayı yönettiği gibi bir haberi önceleri de duymuş olsam da işin doğrusu çok ilgimi çekmemişti. Hayatla, Tanrı ile, dinler ile ilgili sorularıma cevaplar aramak ile meşguldüm. Kuantum fiziği, dna, paralel evrenler, görelilik teorisi gibi insanın öğrendiğinde bunları tasarlayan zekaya hayranlık duyduğu konular üzerine düşündüğüm bir esnada aklıma bir soru geldi: keşfetmekte olduğumuz bu bilgileri ya birileri zaten biliyor idiyse? Düşünün ki bizim 50 yıl hatta 100 yıl sonra ancak keşfedebileceğimiz bazı bilgileri birileri şimdiden biliyor... Bu dünyayı yönetmeleri için yeterli değil miydi? Bize öğretilen yaşam biçimi ve inandığımız dinlerin aslında toplumları yönetmek için birer araç olabileceği şüphesi de bir süredir kafamı kurcalıyordu. Bu sorular neticesinde biraz araştırmadan sonra bir web sitesi keşfettim: http://www.armageddonconspiracy.co.uk  
Illuminati ile ilgili diğer web sitelerinin yanında bu site çok daha dolu idi. Illuminati kelime anlamı olarak "aydınlanma" demek. Armageddon Conspiracy (AC) sitesinde yer alan makaleleri okudukça da işin doğrusu insan çoğu tespitlere hak vermeden edemiyor. İnsanların duyularından ziyade akıllarına hitap etmeyi hedeflemiş görünüyorlar. Bu blogta da AC sitesinden ve bu sitede de yazan ve "Mike Hockney" ismi ile adlandırılan yazarın kitaplarından alıntılar yer almakta. 

Illuminati ile ilgili eğer bir arama yaparsanız genellikle direktiflerini şeytandan aldığı iddia edilen, dünyayı ve insanlığı köleleştirmek, Yeni Dünya Düzeni - New World Order adı verilen ve bu düzen aracılığıyla tüm devletleri ve dinleri yok edip tek bir dünya devleti ve tek bir din kurmayı hedefleyen, 13 aile tarafından yönetilen bir örgüt olduğu gibi bilgiler elde edeceksinizdir. Dolayısıyla da illuminati'nin şeytani hedeflerini kınayan pek çok da mesaj bulacaksınızdır. Bu negatif bulgular ile AC sitesinde okuduğum bilgilerin aydınlatıcılığı birbiriyle çelişmekte idi. Illuminati, insanlığın iyiliğine mi kötülüğüne mi çalışmaktadır sorusu benim içinde bir bilmece idi. 

Bu bilmeceye cevap olabilecek bir bilgiyi yine AC'nin refere ettiği illuminati-news sitesinde bulduğumu düşündüm. Sitenin sahibi Wes Penre adında bir araştırmacı. Site tam bir derya deniz. Yüzlerce döküman var. Bu yazar da sitesinde iki farklı illuminati'den bu sebeple oluşan kafa karışıklığından bahsediyor. İnsanlığın iyiliğini isteyen ancak bir takım sebepler yüzünden gizli olarak faaliyetlerini yürütmek durumunda olan gerçek ve -iyi -"illuminati" örgütüne karşın, şu anda dünyanın tüm kontrolünü neredeyse eline geçirmek üzere olan ve direktiflerini şeytandan alan, orjinal isimleri "brotherhood of snakes" - (yılanların kardeşliği) olmasına rağmen düşmanlarını yok etmek için kendilerinin de "illuminati" olduğunu iddia eden bir örgüt, bu kafa karışıklığının sebebi. 

Ancak Wes Penre gibi ben de bahsedilen her iki tip Illuminati'nin de aslında aynı olduğunu düşünmeye başladım. Bir taraf kötü polisi oynarken diğer taraf iyi polisi oynuyor. Bu örgütün diyalektik düşünceye çok büyük önem verdiği düşünülür ise, zıtların birlikteliği; böl ve yönet; tez-antitez-sentez gibi bir sistematiğin ürünü olarak hem iyi hem kötü görünmeye çalışıyor olabilirler. Belki de bir kısmı(kötü olan) ekonomik ve politik köleliği pekiştirmek ve tek dünya devleti amacı için çalışıyorken, iyi, akılcı olarak görünmeye çalışanı da "tek din" amacı için çalışıyor olabilir.


Günümüzdeki bilgi kirliliği öyle bir hale geldi ki kimin doğru, kimin haklı olduğunu ayırt edebilmek giderek zorlaşıyor. Her yerden bir komplo teorisi çıkıyor. Gerçek sandıklarınız dahi çok iddialı teorilerle çürütülebiliyor. Belki bunun da bir amacı vardır: insanlığın kafası karıştırılarak, neye inanıp neyin peşinden gideceğine karar vermesi engellenerek amaçlanan birşeyler...

10 Haziran 2014 Salı

Morfik Alanlar - Genetik Programa Bir Alternatif

Rupert Sheldrake - Mind, Memory, and Archetype: Morphic Resonance and the Collective
Unconscious ( Psychological Perspectives, 1997) adlı makalesinden alıntıdır.

<<<
Formlar Nasıl Doğar?
... Biyolojide embriyo ve organizmaların nasıl geliştiği ile ilgili süregelen bir tartışma vardır. Nasıl tohumlardan bitkiler büyür? Döllenmiş yumurtalardan nasıl embriyolar gelişir? Bu biyologlar için bir problemdir, ancak embriyo ve ağaçlar için değil, çünkü sadece bunu yaparlar. Ancak biyologlar “form” için nedensel bir açıklama bulmakta zorlanırlar. Bir değişimden önceki enerji, madde ve momentum değişim sonrasındakine eşit olmalıdır. Sebep sonucun içinde, sonuç sebebin içinde olmalıdır. Ama bir meşe ağacının bir meşe palamudundan gelişimini incelediğimizde sebep ve sonuç arasında öyle bariz bir denklik göremeyiz.

17. yy’da embriyolojinin mekanistik teorisine göre basitçe meşe ağacı meşe palamudunun içindeydi: her palamudun içinde meşe ağacı büyüyeceği zaman patlayan, açılan minik bir meşe ağacı bulunmaktaydı. Bu teori geniş çağlı olarak kabul görmüştü ve mekanistik yaklaşımla o zaman en tutarlı olanıydı.  Bununla beraber görüşe karşı çıkanlar eğer meşe ağacı patlayıp açılmışsa ve o meşe ağacı da meşe palamudu üretmişse, o zaman patlayıp açılabilen meşe ağacı, patlayıp açılabilen meşe palamutları içerecek,  ancak o palamutlar da patlayıp açılabilen meşe ağaçları içereceğinden sonsuza kadar giden bir kısır döngü oluşacaktır iddiasında bulunmuştur.

Öteki yandan eğer az olan “form”dan daha fazla “form” ortaya çıkıyorsa (teknik ismi – epigenesis) o zaman daha fazla form nereden gelmektedir? Nasıl olur da daha önce ortada olmayan yapılar ortaya çıkabilir? Platoncu ya da Aristocuların bu soruyla ilgili herhangi bir problemleri yoktu. Platonculara göre form Platonik prototipten gelmektedir: eğer bir meşe ağacı varsa o zaman meşe ağacının bir prototip formu vardır ve bütün gerçek meşe ağaçları bu prototipin yansımalarıdır. Bu prototip uzay ve zamanın ötesinde olduğundan, meşe palamudunun fiziksel formunun içinde hapsolmuş olmasına gerek yoktur. Aristocular ise her türün kendi çeşidi için bir ruhu olduğunu ve bu ruhun da bedenin formu olduğunu söylemişlerdir.  Beden ruhun içindedir, ruh bedenin değil. Ruh, bedensel formdur ve bedenin çevresinde olup gelişme amacındadır. Meşe ağacı ruhu zaten nihai meşe ağacını içermektedir.

DNA Genetik Program mıdır?
Mekanistik dünya görüşü iste üstte bahsedilen form biçimlerini reddeder; ruhun varlığını ve maddesel olmayan organizasyon prensiplerini kabul etmez. Bu sebeple mekanistik görüşçülerin de bir çeşit önoluşçuluk teorisi olması gerekiyordu. 19ncu yüzyılın sonlarında Alman biyologu August Wiesmann’ın germ-plasm teorisi önoluşçuluk fikrini tekrar canlandırdı; Weissman’ın teorisi embriyonun içinde organizmaya hayat veren faktörler bulunduğunu iddia ediyordu. Bu günümüzdeki “genetik program” fikrinin atasıdır.

Göreceğimiz üzere, bu model çok da iyi çalışmamaktadır. Genetik programın genetik kimyasal olan DNA ile aynı olduğu kabul edilmektedir. Genetik bilgi DNA’da kodlanmış ve bu kod da genetik programı oluşturmuştur. Fakat böyle bir yargıya sıçramak DNA’ya aslında taşımadığı bazı özellikleri atfetmekle mümkündür. Biliyoruz ki DNA proteinleri kodlamakta; proteileri oluşturan amino asit dizilimlerini kodlamaktadır. Ancak bir proteinin yapısını –bir organizmanın kimyasal bileşenini-  kodlamak ile tüm organizmanın gelişimini programlamak arasında fark vardır. Bu tuğla yapmak ile bu tuğlalardan ev yapmak arasındaki farktır. Evi yapmak için tuğlalara ihtiyacınız vardır. Eğer çürük tuğlalarınız var ise ev de çürük olur. Ancak evin planı tuğlada saklı değildir, ya da kablolarda, çimentoda, demirde.

Benzer şekilde DNA sadece bedeni yapan maddeleri; enzimleri, yapısal proteinleri vs. kodlar. Planı, formu, bedenin morfolojisini kodladığına dair bir kanıt yoktur. Bunu daha net görebilmek için kol ve bacaklarınızı düşünün. Kol ve bacakların formu farklıdır; aşikârdır ki ikisi de farklı bir şekle sahiptir. Ancak kol ve bacaklardaki kimyasallar aynıdır. Kasları aynıdır, sinir hücreleri aynıdır, deri hücreleri aynıdır ve kol ve bacak hücrelerinin hepsindeki DNA’da aynıdır. Aslında bedenin tüm hücrelerindeki DNA aynıdır. DNA tek başına form içindeki farkı açıklayamaz; formu açıklamak için başka bir şey gereklidir.

Günümüzdeki mekanistik biyolojiye göre bu “henüz tam olarak anlaşılamamış karmaşık fizyo-kimyasal etkileşim biçimleri”nden kaynaklanmaktadır.  Yani günümüzdeki mekanistik teori bir açıklama değil ama sadece bir açıklama olacağının vaadidir...

 Morfik Alanlar
Biyilojik gelişme aslında oldukça açık ve biyolojinin kendi içinde de oldukça tartışmalı olan bir konudur. Mekanistik/indirgeyici yaklaşıma bir alternatif 1920li yıllardan beri ortada olan morfogenetik(form-şekillendiren) alanlardır. Bu modelde büyüyen organizmalar içlerindeki ve çevrelerindeki alanlar tarafından şekillendirilirler; bu alanlar organizmanın formunu barındırır. Bu Aristocu yaklaşıma başka hiçbir eski yaklaşıma olmadığı kadar yakındır. Meşe ağacı büyüdükçe meşe palamudu ağaç ile eşleşir, görünmeyen bir yapı ağacın gelişimini organize eder; bu içinde ağacın geliştiği bir nevi meşe ağacı kalıbı gibidir.

Bu teorinin gelişimine olanak veren bir gerçek organizmaların hasarları tamir edebilme yeteneğidir. Bir meşe ağacını ufacık parçalara ayırsanız bile, her küçük parça uygun şartlar altında yeni bir ağaç haline gelebilir. Makineler bunu yapamaz; parçalarını ayırdığınızda bütün kalabilme güçleri yoktur. Bütün bir bilgisayarı doğrayın ve tek elde edeceğiniz parçalanmış bir bilgisayar olur. Pek çok sayıda bilgisayar oluşturamaz bu parçalar. Ama küçük bir solucanı parçalarına ayırırsanız, her parçadan yeni bir solucan oluşur. Diğer benzer bir örnek mıknatıstır. Eğer bir mıknatısı küçük parçalara ayırırsanız her biri tam bir manyetik alana sahip pek çok mıknatıs elde edersiniz. Bu mekanik sistemlerin bir alan ile ilişkilendirilmedikçe sahip olamayacağı bütünsel bir özelliktir...

Her türün kendi alanı ve her organizma içinde de alan içinde alanlar vardır. Her birimizin içinde bütün vücudumuzun alanı; kollar ve bacaklarımızın alanları, böbrek ve ciğerlerimizin alanları; bu organların içindeki farklı dokuların alanları, sonrasında hücreler için alanlar, hücre içi yapılar için alanlar ve moleküller için alanlar vs. Alan içinde alanlar serisi vardır yani. Benim teklif ettiğim hipotez ise zaten biyoloji içinde genel kabul görmüş bu alanların, benzer türdeki önceki formlardan türemiş bir çeşit iç hafızası olduğudur. Bir akciğer alanı önceki akciğer formları tarafından şekillendirilmiştir ve bir meşe ağacı alanı da önceki meşe ağacı form ve organizasyonlarından. Alanlar arasında morfik rezonans denilen bir süreç aracılığı ile benzerlerin birbirleri üzerine etkidiği bir bağ vardır. Bu alanların yapısının geçmişte o türe ne olduğu ile ilgili kümulatif bir hafızası olduğu anlamına gelir. Bu fikir sadece yaşayan organizmalar için değil, aynı zamanda protein molekülleri, kristaller, hatta atomlar için de geçerlidir...
...

Sakallı Göçebe Kimyacılar
Eğer yepyeni bir bileşik yapar ve bunu kristalize ederseniz,  ilk sefer için onun bir morfik alanı olmayacaktır. Bu sebeple onu kristalize etmek çok zor olabilir; morfik alan oluşana kadar beklemek zordunda kalabilirsiniz. Ama ikinci seferde, bunu dünyanın herhangi bir başka bölgesinde yapsanız dahi ilk kristalizeleşmenin etkisi ile biraz daha kolay kristalize olacaktır. Üçüncü seferde, bir ve ikincinin etkisi hissedilecektir ve böyle devam eder bu. Önceki kristalleşmelerin bir kümülatif etkisi olacak, bu sebeple siz kristalize ettikçe süreç kolaylaşacaktır. Ve aslında gerçekte olan da budur. Sentetik kimyacılar yeni bileşiklerin kristalizasyon sürecinin çok zor olduğunu bilirler.  Ancak zaman geçtikçe dünya üzerinde daha kolay kristalizasyon gerçekleşir. Bu durumla ilgili genel açıklama seyahat eden kimyacıların sakallarında kristal parçacıklarının laboratuardan laboratuara taşındığı, böylece sürecin kolaylaştığıdır. Seyahat eden kimyacı olmadığında ise atmosferde mikroskobik toz zerrecikleri şeklinde parçacıkların taşındığıdır.

...

Morfik alan teorisine durum bazlı kanıt oluşturan, hayvanlarda ve kuşlarda yeni alışkanlıkların hızla yayıldığını gösteren başka örnekler de vardır.  Bunların kayda girmiş en iyi örneği “bluetit” adı verilen, İngiltere’de yaygın olan mavi kafalı küçük bir kuş türünün davranışlarıdır. İngiltere’de halâ her sabah taze süt dağıtılır. 1950li yıllara kadar süt şişelerinin kapakları kartondandı. 1921 yılında Southampton’da garip bir olay gerçekleşti. İnsanlar süt şişelerini almak için kapılarına çıktıklarında şişenin çevresine parçalanmış karton parçaları vardı ve süt şişesinin üstündeki kaymak yok olmuştu. İnceleme sonucunda bunun şişenin üzerine çıkıp, gagasıyla kartonu delen ve kaymağı içen “bluetit” ler tarafından yapıldığı anlaşıldı. Hatta kafasını şişeye batırınca boğulmuş olan “bluetit”ler dahi bulundu.

Bu olay oldukça dikkat çekti; sonrasında olay İngiltere’de 50 mil uzaklıktaki başka bir bölgede ve sonrasında 100 mil uzaklıktaki diğer bir bölgede ortaya çıktı. “Bluetit” olayı ne zaman ortaya çıksa, çıktığı yerde muhtemelen taklit yoluyla yayılmaya başladı. Ancak “bluetit”ler çok evcil yaratıklar olup normalde 4 ya da 5 milde daha fazla seyahat etmezler. Bu sebeple olayın uzun mesafelere yayılması ancak bu alışkanlığın bağımsız olarak keşfedilmesi ile açıklanabilir. Bu bluetit alışkanlığı 1947 ye kadar ki o zaman neredeyse tüm dünyada görülmekteydi- İngiltere’de takip edildi.  Bu konuda çalışma yapanlar olayın en az 50 kez bağımsız olarak keşfedildiği sonucuna vardılar. Dahası alışkanlığın yayılması zaman geçtikçe hızlandı. Avrupa’nın İskandinavya ya da Hollanda gibi sütün kapılara dağıtıldığı diğer bazı bölgelerinde de olay 1930 larda görünmeye başladı ve benzer bir şekilde hızla yayıldı. Bu morfik rezonans için zamanla hızlanan ve yayılan bir davranış biçimine örnek oluşturabilecek bir olaydır.

Ancak morfik rezonans için bu olayda daha güçlü kanıtlar da var.  Hollanda’nın Almanya tarafından işgal edilmesinden dolayı 1939-1940lı yıllarda süt dağıtımı durdu. 1948e kadar da başlamadı. Bluetit’ler genellikle 2 ya da 3 yıl yaşayabildiklerinden 1948 itibariyle süt dağıtılan dönemden sağ kalmış hiçbir “bluetit” yoktu muhtemelen.  Ancak 1948’de süt dağıtımının yeniden başlaması ile süt şişelerinin “bluetit”ler tarafından açılması olayı Hollanda’nın oldukça farklı bölgelerinde başladı ve 1-2 sene içerisinde global düzeye çıkana kadar çok hızlı olarak yayıldı. Bu ikinci seferde olay hem çok daha hızlı yayıldı hem de bağımsız olarak ortaya çıkış frekansı arttı. Bu örnek muhtemelen genetik olmayan ama morfik rezonanstan kaynaklı kollektif hafızaya bağlı yeni bir alışkanlığın evrimsel yayılışına bir örnektir.

Ben kalıtsallığın sadece organizmaların doğru kimyasal bloklar-proteinler üretmesini sağlayan DNA’ya değil aynı zamanda morfik rezonansa da dayandığını söylüyorum. Kalıtsallığın bu sebeple iki cephesi vardır: bir tanesi genetik kalıtsallık ki bu DNA’nın protein sentez kontrolü yoluyla proteinlerin kalıtsallığını sağlar-; ikincisi ise morfik alanlara ve morfik rezonansa dayalı, genetik olmayan ve türün geçmiş üyelerinden miras kalan ‘form’ ile ilgili kalıtsallık. Kalıtsallığın bu ikinci şekli form ve davranışın organizasyonu ile ilgilidir.

Televizyon Benzetmesi
Kalıtsallığın bu iki formu arasındaki farklar ve bağlantılar bir televizyon örneği ile daha iyi anlaşılabilir. Ekrandaki görüntüleri ilgilenmekte olduğumuz formlar olarak düşünün. Eğer ekrandaki formun nasıl ortaya çıktığını bilmiyor olsaydınız en iyi açıklamanız televizyonun içinde küçük insanlar olduğu ve ekranda da onların gölgelerini görüyor olduğunuz olurdu. Çocuklar bazen bu şekilde düşünür. Ancak televizyonun arkasını çevirip içine bakarsanız hiç insan olmadığını görürsünüz. O zaman belki biraz daha ince düşünmeye başlar ve içerideki küçük insanların aslında mikroskobik oldukları ve aslında televizyonun içindeki kablolarda olduklarını iddia edebilirsiniz. Ama mikroskopla dahi bakacak olsanız yine hiç küçük insan bulamazsınız.
Yine de daha da ince düşünerek ekrandaki küçük insanların “televizyonun farklı bölgelerinin karmaşık ama henüz anlaşılamamış etkileşimleri”nden kaynaklandığını önerebilirsiniz. TV’nin içinden birkaç tranzistör çıkararak bu teorinin ispatlandığını da düşünebilirsiniz. İnsanlar yok olacaktır. Tranzistörleri geri koyduğunuzda tekrar ortaya çıkacaklardır. Bu insanların tamam içsel bir etkileşimden dolayı ortaya çıktıklarına dair ikna edici bir kanıt gibi de görünebilir.
Düşünün ki birisi küçük insan görüntülerinin TV’nin dışından geldiğini, TV’nin bu görüntüleri ayarlı olduğu frekanstaki görünmeyen vibrasyonlar sonucunda algıladığını iddia etti. Muhtemelen bu çok mistik ve metafizik gibi kulağa gelecektir.  TV’ye dışarıdan herhangi birşeyin geldiğini reddedebilirsiniz.  Hatta tv kapalı ve açıkken ağırlığını tartarak “ispatlayabilirsiniz”; ağırlık eşit çıkacaktır. Dolayısıyla tv’ye dışarıdan hiçbir şey gelmediği sonucuna varabilirsiniz.

Bence bu üstteki anlatım herşeyi içeride olanlar ile açıklamaya çalışan modern biyolojinin durumudur.  “Form” için içeride bir açıklama arandıkça, açıklamalar daha güvenilmez olmakta ve giderek daha karmaşık ve ince etkileşimlere bel bağlanmaktadır. Ben önermekteyim ki formlar ve davranış biçimleri, organizma dışında varolan görünmez bağlar aracılığıyla aktarılmaktadır. Bir “form”un gelişimi hem organizmanın içsel organizasyonunun hem de ayarlandığı morfik alanlarla olan etkileşiminin sonucudur.
...
Zihnin Gizemi
Hepimiz anıların beyinde depolandığı fikriyle yetiştirildik; beyin kelimesini hafıza ya da zihin kelimeleri ile eş anlamlı olarak kullanmaktayız mesela. Ben ise beynin bir hafıza depolama aracından ziyade bir frekans alıcı sistemine daha çok benzediği iddiasındayım.  Hafızanın beyinde yer aldığı görüşünün ana kaynaklarından birisi bir takım beyin hasarlarının hafıza kaybına yol açabildiği gerçeğidir. Eğer beyin bir trafik kazasında hasarlanmışsa ve hafıza kaybı meydana gelmişse, en bariz çıkarım hafıza dokusunun zarar gördüğüdür. Ancak ille de böyledir diyemeyiz.

Yeniden TV örneğini düşünün. Eğer TV’nizi bozsam ve bu yüzden siz bazı kanalları izleyemiyor olsanız ya da belli bir kısmını yokedip sadece görüntü olsa ama ses olmasa bu görüntü ve seslerin TV’nizde depolandığı anlamına gelmez. Bu sadece TV’nizin alıcısını etkilediğimi böylelikle doğru sinyalleri artık cihazın alamadığını gösterir. Tıpkı beyin hasarına bağlı hafıza kaybının, hafızanın beyinde depolandığını göstermeyeceği gibi. İşin aslı pek çok hafıza kaybı vakası geçicidir: sarsıntıya bağlı amnesia örneğin sıklıkla geçicidir. Hafızanın geri gelmesi geleneksel teorilerle pek de açıklanamaz: eğer anılar hafıza dokusu zarar gördüğü için yok olduysa, geri gelmeleri beklenmez; ancak sıklıkla gelirler.
...
  
>>>

9 Haziran 2014 Pazartesi

Evrandeki ilk Zekâ ve Bir Varoluş Teorisi

Aşağıda okuyacaklarınız hayatın anlamı, varoluşun amacı, Tanrı, sonsuzluk, kapitalist sistem, din, bilim vb. konularda cevaplar ararken karşılaştığım yerli ya da yabancı bazı kaynaklardan derlediğim ve insanlığın aydınlanmasında faydalı olabileceğine inandığım alıntılardan bir kısmıdır.


Ön Bilgi: Hegel, diyalektiğin kurucusu olarak bilinen ünlü bir Alman filozoftur. Çağında ve günümüzde tam anlaşılamadığı, kilise baskısı sebebiyle görüş ve düşüncelerini Hıristiyan inancına uygun görünecek bir şekilde saklayarak ifade ettiği iddiası vardır. Diyalektik düşünce zıtların birleşimini baz alan sentezler hakkındadır. Hegel’e göre her süreç tez-antitez-sentez aşamalarından oluşur. Örneğin bir fikir ya da düşünce, kapitalizm olabilir mesela bu, ilk ortaya çıktığında bir tezdir. Bu tez taraftarlarını toplar, güçlenir, gelişir. Ancak zamanla bu teze karşı bir antitez oluşur (örneğin komunizm). Antitez, tezin tam zıttıdır. Tez neyi iddia ediyorsa o tersini iddia eder. Sonunda tez ve antitez çatışır ve bu çatışmadan hem tezin hem antitezin özelliklerine sahip bir sentez ortaya çıkar. Her yeni sentez de zamanla tez haline gelir ve kendine karşıt bir antitez oluşturur. Böylece yeni bir sentezin de yolu açılır. Hegel’e göre toplumlar, düşünceler, fikirler vb. tez-antitez-sentez süreçleriyle ulaşılmak istenen, nihai hedefe doğru yol alırlar. Özetlemek gerekirse “Hegelci diyalektiğin anafikri herşey özünde en nihayetinde açığa çıkacak ve kendisiyle çatışmaya neden olacak olan içsel ve gizli bir zıtlık barındırır. Bu yüzden yağmur yağıyorken, yağmurun duracağı zıtlığı zaten kendini gerçekleştirmeye başlamıştır ve süreç içerisinde de gerçekten yağmur duracaktır.”





<<< 
İLK İNSAN ZEKASI

Yeryüzündeki çok çok eski bir zamanı hayal edin. Erkek bir maymun eşinin doğumuna tanıklık ediyor. Ancak bebekle ilgili bir terslik var. Genetik bir mutasyon sonucu bebek, anormal derecede büyük bir kafaya sahip. Dişi maymun için bu bebeği dünyaya getirmek öylesine zor bir mücadele ki doğum esnasındaki aşırı yorgunluğunun, tükenmişliğinin ve ızdırabının sonucunda doğumdan az bir zaman sonra ölüyor.

Bebek ise eşsiz. Yeni bir türe ait: ilk insanoğlu. Bu ilk prototip insan zekasını düşünün, öylesine yalnız, öylesine kırılgan ve öylesine boş.  Bebeğin kendisini yetiştirecek insan ebeveynleri yok. Maymun annesi ölü ve maymun babası da onu bir yaratık olarak görüyor ve kısa bir süre sonra terkediyor. Ölümü kesin görünüyor ama ölmüş annesinin kızkardeşi bu yavruya sahip çıkarak yetiştiriyor. Kızkardeş onunla ilgileniyor, besliyor, olgunluğa eriştiriyor.

Bu insanın zekâsının gelişimini düşünün. Henüz daha hiç bir dil olmadığı için, herhangi bir dile erişimi yok. Sanat yok, din yok, felsefe yok, yazmak yok, müzik yok. Toplum ya da kültür yok; ne bir ev, ne bir köy ne de bir şehir var. İlk insanın zekâsı tamamen boş, doldurulmayı bekliyor. Tek yapabileceği kendisini yetiştiren üvey annesinden ve çevresindeki diğer şempanzelerden öğrenmek.  Diğerlerinden çok daha hızlı öğreniyor çünkü çok daha büyük ve güçlü bir beyni var. Kısa zaman sonra sürünün lideri haline geliyor. Diğerlerinin hiçbirinin yapamadığı şeyleri yapabiliyor çünkü.

Binlerce yıl geçiyor ve sonunda biz bu bebeğin erkek atalarını barlarda sarhoş olurken ve futbol maçları yüzünden dövüşürken; dişi atalarını ise 4 tane bozulmuş ve sığ kadının nasıl alışveriş yaptığını izlemeleri için sinemaya giderken buluyoruz. İşte insan türünün hikâyesi bu. Ancak böyle olması gerekmiyor. Herşeyin değişmesi için halâ zaman var.

Kozmos’taki İlk Zekâ

Çok çok daha öncesine gidelim.

Bu sefer ilk insan zekâsını değil ama tüm zekâların ilkini – Kozmik Zekâyı – varlığının şafağındayken hayal edin, eğer böyle bir ifade kullanmak mümkünse. Var olan ilk zekâ hiçbir şey barındırmayan tamamen çıplak bir zekâ; boş bir tuval, üzerine hiçbir şey yazılmamış bir karatahta misali. Bu ne kadar mümkün olabiliyorsa o kadar hiçliğe yakın olarak düşünülebilir.  Bu zekânın sağır, aptal, dilsiz, kör olduğu ya da koklama ve tatma kapasitesinden yoksun olduğu söylenebilir. Neticede etkileşebileceği hiçbir şey yok. Bu noktada bu zekânın maksimum potansiyeli ve minimum idraki vardır. Bütün bu potensiyel idrake dönüşmedikçe bu zekâ rahata eremez.

Hiçbir içeriğe sahip olmamakla beraber bu Zekâ hiçbirşey de değildir. Bu Zekâ’dır ve zekânın işi de düşünmektir. Hiçbirşey düşünmezken Zekâ, düşünmenin gerçekte ne olduğunu merak etmeye başlar. Ve işte şimdi en azından gerçekleşen bir şey vardır.  Böylece kâinatta bir şey oluşur, kesin ve tanımlı birşey, hiçlikten farklı bir şey. Zekâ bunu anlayabildiği için daha iyi hissettiğini idrak eder. Fakat hissetmek de nedir? Zekânın şimdi düşüneceği farklı birşeyi daha vardır.

Zekânın ifade edilemeyecek bir arzusu, limitlerini genişletmek için sonsuz şekilde yanıp tutuşan bir doğası vardır. Önsezileri vardır çünkü şimdikinden daha gerçekleşmiş olabileceği bir diyalektik geleceğe doğru bakmaktadır. Büyümek, potansiyelini ifade etmek, içselliğini açığa çıkarmak istemektedir. Fakat nasıl? Tek yapabildiği adeta körlemesine çabalamak, el yordamıyla yolunu bulmak, rastgele zihinsel denemeler gerçekleştirmektir. Deneme ve yanılmaktan başka hiçbir aracı yoktur. Ne yaptığını bilmemektedir ancak yine de birşeyler yapmaktadır. Başka seçimi yoktur. Gelecekte her şey daha aydınlık olacaktır ama şu anda kötünün en iyisini yapmak durumundadır.  Zekâ başlangıçta, çaresizce etkileşebileceği bir uyarıcı, kıvılcım aradığından kendi tarafından ürettiği bir LSD uçuşuna girmiş gibi hissetmiş olmalı. Ancak yine de her seferinde o boşlukların en amansızını düşünmeye dönmek mecburiyetindeydi.

Hiçliği – saf belirsizliği- düşünürken yine tamamen soyut bir düzeyde merak etmeye başlar belirsizliğin tersi ne olabilir diye. Bu “şey”, bu zıt, potansiyel olarak belirli olan şey, “varlık”dır. Ancak bu aşamada Zekâ “varlık”a herhangi bir özellik atfedemez ve hiçbir özelliği olmayan “varlık” da aslında hiçlik gibidir.

Bu ilkel düzeyde varlık ve hiçlik ayrılamazdır. Birbirine doğru akar dururlar. Bu akış “varoluş”tur. Diyalektiğin kökenidir. Diyalektik, soyutun daha az soyuta ve en sonunda somuta dönüştüğü akıcı bir varoluş sürecidir.

Zek’a’nın başlangıcında, Tanrı tamamen soyut idi, hiçbir gerçekleşmesi, idraki olmayan bir durumdaydı. Zekâ’nın Tanrı olmak için çıkmak zorunda olduğu nihai bir kozmik seyahat vardı. Bizimkiler de dahil tüm zekâların çıktığı bir seyahat.

Zekâ kendini bulmak, keşfetmek için bir arayışa çıkar; mutlak bilgiyi, herşeyin arkasındaki gerçeği, her bulmacanın cevabını bulmak için. Zekâ seyahatine mantık olarak, saf spekülatif, farkında olmadığı soyut düşünce olarak başlar ve mutlak bilgi ile, kendisinin idrakine varmış,  kendisini kavramış ve somutlaşmış şekilde bu seyahati sonlandırır. Mutlak bilgi, Mutlak Zekâ’nın kendi hakkındaki idrakidir.
.....

Bütün zekâların kendisini ifade etmek, kendisini anlamak için içsel bir dürtüsü vardır. Bir zekâ ne kadar karmaşık ise, o kadar kendini keşfetmek ister.
Basit zekâlar karmaşık, karmaşık zekâlar daha karmaşık olmak ve tam olarak zekâ nedir anlamak ister. Zekâ varlığın kendisidir. En temel maddedir, yapıtaşıdır. Kulağa daha bilimsel gelmesi için buna boyutsuz enerji de diyebiliriz ancak gerçekte bu sadece zekâdır.

Mutlak Zekâ

“Mutlak olan Zekâ’dır – Mutlak’ın en mükemmel tarifi budur” – Hegel

Başlangıçta Kozmik Zekâ ya da Mutlak Zekâ, somut gerçek dünyadan önceki soyut fikirler olarak vardır. Bu aşamada Mutlak Zekâ’ya Mutlak Fikir denir. Bu akılsal soyutluğun en maksimum seviyesidir ancak somut birşey olmaya başlaması gerekmektedir. Diyalektik bunun nasıl gerçekleştiğini anlatır – bu soyut zekâ önce kendine yabancılaşmalı, “diğeri” haline gelmeli, kozmik bir antitez yaratmalı ve daha sonra geçici olarak kendini tamamen kaybettiği bu yabancı ortamda mutlak bilgiye ulaşmak suretiyle yine kendini ancak daha yüksek bir seviyede bulmaya çalışmalıdır.
Zekâ tarafından yaratılmış yabancı ortam Doğa’dan başkası değildir. Bu zekânın yokmuş gibi göründüğü fiziksel arena, maddenin alanıdır.

Bilimin ya da fiziğin olayları öngören ve açıklayan yasalar bulabilmelerinin sebebi doğadaki zekânın özgürlük ve arzudan uzak olmasıdır. Zekânın kendisini yeterince gerçekleştiremediği yerlerde özgür iradenin emareleri yoktur. Böyle bir zekâ en düşük dirençli yolu (path of least resistance) seçecek çekilde soyut matematiksel kanunlara tabidir ki bu da doğada matematiğin kendisini fizik kanunları olarak ifade etmesinin ve fizik ile matematiğin birbirlerine bu denli bağlı olmasının sebebidir. Nasıl ki bir nesne hiç bir kuvvete maruz kalmadığı sürece düz bir çizgi üzerinde sabit bir hızla ilerleyecekse zekâda eşdeğer sabit hızıyla düz bir çizgide ilerler: yani matematiksel davranır.  Matematikte iki nokta arasındaki en kısa yol bir doğrudur ve bu yüzden bir nesnede doğal olarak bir doğru üzerinde ilerler, neden farklı davransın ki? Doğal olandan farklı bir şeyler yapmak daha yüksek düşünce ve karar verme mekanizması gerektirir.  Doğanın en çekirdek seviyesinde bu özellikler anlamlı bir şekilde yer almaz, bu sebeple her zaman “en düşük dirençli yol” izlenir. Bilimin yasaları zekânın en düşük seviyeli hallerinin matematiğin en basit yasalarına uyan halidir. Bu sebeple bu yasalar oldukça güvenilir ve öngörülebilirdir. Zekâ karmaşıklaştıkça artık doğal davranışlara uymaz. Zekâ insan bilincine eriştiğinde artık özgür ve isteklidir, basit determinist yasalarla sınırlanmaz.

“Doğa kendisini diğer(yabancı) varlık olarak gösteren fikirdir. Bu fikir kendisinin negatifi ya da kendisine dışsal bir forma bürünmüştür. Dolayısıyla doğa fikrin dışındadır denemez, dışsallık kendisini doğa olarak ifade eden bir formdur sadece.” -- Hegel

Zekâ ya da Madde?

Mutlak’ın evriminin (Mutlak burada bilim ve felsefenin nihai amacını ifade ediyor) 3 aşaması vardır:

  •  “Kendi içindeki” MUTLAK – MUTLAK FİKİR
“Mutlak fikir tek başına ölümsüz, kendisini bilen gerçeklik ve tüm gerçekliktir. Felsefenin yalnız konusu ve içeriğidir.” – Hegel

  • “Kendi dışındaki” MUTLAK – DOĞA
  • “Kendi içindeki ve kendi için” MUTLAK – Mutlak bilgiyi, özgürlüğü ve gerçekliği kavramış MUTLAK ZEKÂ

Kendini idrak etmiş ve gerçekleştirmiştir. Kendi prangalarından kendisini kurtarmıştır. Kendisini üretmiş, türetmiş ve mutlak potansiyelini mutlak gerçekleşmeye çevirmiştir. Evrimi kâinatın tarihidir.

>>> 

Yorum: Gözlerinizi kapatın ve hiçbirşey düşünmemeye çalışın. Bırakın düşünceler aksın gitsin, ta ki beyniniz tamamen boşalana kadar, aklınızdan hiçbir şey geçirmeyene kadar.

Başarabildiniz ise bunu şimdi şunu düşünün:
Hiçbir şey düşünmemeyi başardığınız o esna “hiçlik”midir? Hiçbir şey düşünmediğiniz durumda aklınızda bir şey var mıdır, yoksa “hiç” bir şey yok mudur? “Hiç”in tarifi o hiçbirşey düşünmediğiniz durum ise?

Tüm düşünebildikleriniz o gün yaşadığınız olaylar ile, yedikleriniz, içtikleriniz, kişiler, araçlar, eşyalar, zaman, şehirler, kıyafetler vs. hakkında. Eğer bunların hiçbiri olmasaydı ne düşünürdünüz o zaman? Düşünebileceğiniz ne bir dağ, ne deniz, ne su, ne bir insan yüzü, ne bir duygu, ne bir sayı olmasaydı o zaman neler düşünecektiniz?

Hiçbir şey düşünmemek hiçlik ise eğer o zaman evet hiçlikten geliyoruz...