28 Mart 2016 Pazartesi

Aydınlanma Yolunda Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Incognito - David Eagleman (Beynin hayret verici hikâyesi)

Din Bu 1 - Turan Dursun (Dinlerden özgürleşmeye açılan kapı)

Olanaksızın Fiziği - Michio Kaku (İnsanoğlu evrende nelere kadir?)

Ubik - Philip K. Dick (Gnostik temayı sürükleyici bir şekilde veren kurgu bir roman)

Yeryüzündeki En Büyük Gösteri - Richard Dawkins (Hala evrime ikna olmadınız mı?)

Yanlış Cumhuriyet - Sevan Nişanyan (Hiç kimse putlaştırılmamalı, tarih dahi nedensellikten bağımsız değil) 

Bir Genç İşadamına - Emre Yılmaz (Bu sistem sizi mutlu ediyor mu?)

Şeytanın Fısıldadıkları - Emre Yılmaz (Bir dehâdan felsefi tespitler)

Marksisizm Nedir? - Emile Burns (Sadece 120 sayfalık bir cep kitabı)

Tanrı Matematikçi mi? - Mario Livio (Bu konu üzerine yazılmış en iyilerden...)

Kâzım Karabekir Anlatıyor - Uğur Mumcu (Çok başarılı bir araştırma)

Nietsche Ağladığında - Irwin D. Yalom (Bir başyapıt)
 




Kıssadan Hisse



Laplace'ın(1749-1827) Cevabı

Laplace Göklerin Mekaniği adlı eserini Napolyon Bonapart'a sunduğunda, koca kitapta Tanrı'dan tek satır bahsedilmediğini duymuş olan Bonapart şöyle demiş: "Bay Laplace, evrenin sistemini anlattığınız bu devasa kitapta, onun yaratıcısından tek satır bahsetmediğiniz söyleniyor". Laplace hemen cevap vermiş: "Böyle bir varsayımda bulunmaya gerek görmedim."

Napolyon bu cevabı komik bulmuş olacak ki, daha sonradan matematikçi Joseph-Louis Lagrange'a bundan bahsettiğinde, Lagrange hemen itiraz etmiş: "Ah! Ama bu çok güzel bir varsayımdır, ve pek çok şeyi açıklar." Elbette hikaye burada bitmiyor. Lagrange'ın tepkisini duyan Laplace, alaycı bir yorumla hemen karşılık vermiş: "Evet bu varsayım herşeyi açıklar, ama hiçbir konuda tahmin yapmaya izin vermez. Oysa bir bilim insanı olarak benim görevim, tahmine müsait konularda çalışmaktır."


Galileo'nun Akıbeti

Galileo'ya göre, Tanrı tabiatı tasarlarken matematik dilini kullanmıştı. Katolik Kilisesi'ne göre ise, Tanrı İncil'in yazarıydı! O halde matematik temelli açıklamalar kutsal kitapla çelişebilir miydi? 1546 yılında Trent Konseyi'ndeki din adamları bu soruyu gayet net şekilde açıklamıştı: "Hiç kimse Kitabı Mukaddes'in içeriğini kendi hükümleri doğrultusunda, başına buyruk fikirlerle çarpıtamaz. Kutsal ayetlerin gerçek anlamını yorumlama hakkı sadece ve sadece kutsal Kilise'ye aittir ve onun getirdiği yorumdan farklı bir yorum getirilemez" Dolayısıyla, 1616'da Kopernik'in Güneş-merkezli modeli hakkındaki fikirleri sorulan din adamları şu yanıtı vermişti: "Birçok yönden Kutsal Kitap'la bariz şekilde ters düştüğü için, bu aleni bir başkaldırıdır." 

...1613 yıllarının sonlarına doğru, Galileo'nun eski öğrencisi Benedetto Castelli, Toscana grandükü ve maiyetindekilere yeni astronomi buluşlarıyla ilgili bir sunum yapmıştı. Tahmin edersiniz ki bu sunum sırasında, Kopernik modeliyle İncil arasındaki çelişkinin açıklanması da istenmişti. Özellikle de Yeşu ve İsrailoğullarının Ayalon Vadisi'nde Amorlulara karşı zafer kazanması için Tanrı'nın Güneş'le Ay'a durmasını emrettiği bölüm, Galileo'nun anlattıklarına ters düşüyordu! Castelli, Kopernik modelini savunma konusunda her ne kadar aslanlar gibi mücadele ettiğini söylese de, Galileo bu itirazlardan rahatsız olmuştu. Ve bilimle Kutsal Kitap arasındaki çelişki hakkında kendi görüşlerini ifade etme ihtiyacı hissetmişti. 21 Aralık 1613'te Castelli'ye yazdığı uzun mektupta şöyle diyordu Galileo:

"Kutsal Kitap, çoğunluğun idrak kabiliyetine hitap edebilmek amacıyla birçok şeyi olması gerekenden farklı şekilde anlatmıştır. Halbuki tabiat eğilip bükülmez, kişiden kişiye değişmez, değiştirilemez. Acaba insan zekası onun sebeplerini ve işleyişini anlayabilir mi diye umursamaz. Ve asla kendine özgü kanunlardan ödün vermez. Dolayısıyla, tabiatın gözlerimizin önünde vuku bulan hiçbir unsuru ya da ispatla ulaşılan hiçbir sonucu, yoruma açık binlerce sözcük içeren Kutsal Kitap tarafından şüpheli ilan edilemez. Çünkü Kutsal Kitap'taki ayetlerin aksine, tabiattaki her olgu yadsınamayacak kadar kati kanunların hükmü altındadır."

Böylece Kilise ve Galileo arasında kavga giderek büyür. Ancak Galileo Kilise'nin tepkisine rağmen fikirlerinden vazgeçmez

... Bu tartışmalı kitap, Galileo'nun Kopernikçi görüşlerine yer verdiği en detaylı eseriydi. Üstelik Galileo, mekanik denge ve matematiğin dilini kullanarak bilimin peşinden giden insanoğlunun ilahi aklı da anlayabileceğini iddia ediyordu. Kilise'nin buna verdiği tepki hızlı ve sert oldu! Ve kitap yayımlandığı senenin ağustos ayı gelmeden yasaklandı. Ertesi ay, Galileo kendini savunması için Roma'ya çağrıldı. 12 Nisan 1633'te mahkeme karşısına çıkan Galileo, 22 Haziran 1633'te "kutsal ve ilahi kitaba ters düşen yanlış bir öğretiyi savunmakla - yani Güneş'in merkezde olduğunu ve doğudan batıya hareket etmediğini; Dünya'nın ise hareket ettiğini ve merkezde olmadığını" iddia etmekle suçlanmıştı. Verilen ceza ağırdı:

"Kutsal Papalık'ın huzurunda seni ömür boyu ev hapsine mahkum ediyor ve günahının kefareti olarak üç yıl boyunca haftada bir kere yedi tövbe ilahisi okumana hükmediyoruz. Yukarıda bahsi geçen ceza ve kefaretlerin bütünüyle ya da kısmen hafifletilmesi, kaldırılması, ya da ağırlaştırılması na yönelik her türlü insiyatif sadece Kutsal Kilisemize aittir"

Yetmiş yaşındaki Galileo yıkılmıştı ve bu baskıya daha fazla dayanamadı. Umutsuzluk içinde yazdığı pişmanlık dilekçesinde, "Güneşin merkezde olduğunu ve hareket etmediğini, Dünya'nın ise merkezde olmadığını ve hareket halinde olduğunu iddia eden hatalı fikrimden tamamen vazgeçiyorum" diye yazmış ve şöyle devam etmişti:

"Siz muhterem kardinaller ve inançlı tüm Hristiyanların hakkımdaki haklı şüphelerini gidermek için, geçmişteki tüm yanlış ve aykırı düşüncelerimden ötürü kendimi lanetliyor, bundan böyle kutsal öğretiye aykırı hiçbir fikir taşımayacağıma dair huzurlarınızda diz çöküp önümdekeki Kutsal Kitap'a el basarak tüm kalbimle yemin ediyorum. Kutsal Kilise tarafından verilen hukuk, hüküm çevresinde, söz konusu yanlış doktirini, her ne suretle olursa olsun, yazılı ya da sözlü olarak savunmayacağıma, benimsemeyeceğime ve öğretmeyeceğime, şahsımla ilgili benzer şüphelere yol açabilecek hiçbir iddiada bulunmayacağıma yemin ediyorum"


Evrime İnanamayan Kadına Profesörün Cevabı
Yeni Darwinciliğin önde gelen üç mimarından biri olmanın yanısıra pek çok başka işler yapan, zehir gibi deha olan J.B.S Haldane'ye bir defasında, halka açık bir konuşmasından sonra bir hanımefendi tarafından meydan okunmuştu. Diyalog şöyle idi:

Evrimden kuşkulu kimse: Profesör Haldane, evrim için mevcut bulunduğunu söylediğiniz milyarlarca yıla rağmen, tek bir hücrenin, kemikleri ve kasları ve sinirleri, onlarca yıl durmadan kan pompalayan bir kalbi, kilometrelerce ve kilometrelerce kan damarını ve böbrek tüpünü ve düşünme, konuşma, hissetme yetisine sahip bir beyni oluşturacak şekilde bir araya gelmiş trilyonlarca hücreye sahip karmaşık insan vücuduna dönüşmüş olacağına inanamıyorum, elimde değil.

JBS: Ama hanımefendi, siz kendiniz bunu başardınız. Ve bunu yapmak yalnızca dokuz ayınızı aldı.




Milliyetçilik - Türkiye'nin Çıkmazı

"Bir milletin kimliğiyle boyunduruk altında tutulduğu koşullarda, kendi kaderine sahip çıkma, kendini bir ulus olarak var etme çabası anlamında milliyetçilik, yani ezilen ulusun milliyetçiliği ilericidir. Bu uğurda mücadele özgürlük mücadelesidir ve haktır. Buna karşılık böylesi dışsal bir tahakküm veya kimliksel mağduriyet karşısında olmayan, egemen, hele ki dışsal tahakküm arayışları sergileyen bir milliyetçilik, gericiliktir. Çoğu zaman sanılanın aksine milli baskının aşıldığı koşullarda milliyetçilik, ülkesini sevmek değil, toplumun çoğunluğunun egemene karşı kendi demokratik haklarını savunmaktan feragat etmesi, egemen güçlere boyun eğmesi anlamına gelir."


Milliyetçilik - Yurtseverlik farkı:
..Oysa insanlık bilinci adına sahiplenilmesi gereken şey, toplumun ve ülkenin sevilmesidir. Yurtseverlik, onun genişletilmesi değil, dışsal müdahelelere karşı korunması; yağmalanmasına, kirletilmesine, çoraklaştırılmasına karşı çıkılmasıdır. Üstünde yaşayan topluma insan hak ve özgürlüklerine uygun adil bir düzen sunulmasıdır. Bu vesileyle kafalarımızı karman çorman eden hamaset söyleminden ayrımla özellikle anımsatılmalı ki, bir toprağı "vatan"(yurt) yapan ölçüt, üstünde yaşayan vatandaşın(yurttaşın) hak ve özgürlükleridir. İnsanların hak ve özgürlükleriyle yaşamadığı topraklar ise egemenin "mülkü" olmuştur her zaman.



Türkler üstün ırk mı?
Bilimslel açıdan hiçbir ulusun diğerinden karakteristik ve süreğen bir üstünlüğü yoktur; sadece tarihten, coğrafyadan, ekonomisi, kültürü, demografisinden gelip biriken avantajlarından ve dezavantajlarından söz edilebilir. Kaldı ki insanlığa yol açıcı katkılar geliştirmek anlamında Türklüğün sunduğu çok özel avantajlardan, ne yazık ki söz edilemez. Bundandır ki Türkçülerin, ön plana çıkardığı şey fetihçilik olmaktadır. Bunun ise günümüz koşullarında bir insanlık suçu olduğu açıktır. İnsanlık ahlakı ve hukukunun ulaştığı bu aşamada fetihçilik üzerinden ulusal övünç geliştiren bir ideolojinin, başta barış ve halkların eşit haklılığı gibi basit insanlık değerleri karşısında ilkelliği ve hak ihlalciliğini temsil ettiği ortadır.


Milliyetçliğe neden ihtiyaç duyarız?
Bireysel olarak geleneksel insanın, modern koşullarda kendini başkalarına karşı anlamlandırabilmesinin ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır milliyetçilik. Bu gereksinimin daha geri koşullardaki ifadesi ise dindir. Oysa hangi mekanda doğduğumuza bağlı olarak tesadüfen edindiğimiz bu aidiyetlerin, başka milletler ve başka dinlerden insanlar üzerinde bir üstünlük nedeni olamayacağı açıktır. Ne ki içine doğduğumuz mekana egemen değerlerin, oradaki egemenlik ilişkilerini sürdürmek üzere bize de aşılanması, onlarla övünmeye koşullanmamız durumu karşısında kalırız. Akıl ve erdem ise, tam da bu geleneği sorgulayabilme yeteneği gösterdiğimiz noktada belirginleşir.Sol milliyetçilere:Bu noktada, açık bir çifte standartla karşı karşıyayız. Herkes işine gelen kutsalları halk avcılığı için sonuna kadar kullanmakta, gerçekte kendisiyle aynı şeyi yapan diğer rakibini, salt araçlardaki farklılıktan hareketle "istismarcılıkla" suçlamaktadır. Oysa hiçbir akli çaba gerektirmeyen, doğuştan içine düştüğümüz bu dinsel veya ulusal kimlikleri başkalarına karşı üstünlük kurmak, başkalarını köşeye sıkıştırmak için kullanmanın tüm biçimleri aynı oranda istismardır. Bu yolla yapılan şey hem siyasal alanın hem de toplumun zehirlenmesi, çağdaş demokratik standartlara yabancılaştırılmasıdır.


PKK ?
Burada özellikle anımsanmalı ki, bu tahrip edici savaşta, neden sonuç ilişkisi içinde aslolan Kürdistan İşçi Partisi(PKK)nın varlığı değil, Kürtlere varlıklarının inkârını sindirme ya da bu inkâra baş kaldırma dışında seçenek bırakmayan Türk milliyetçiliğidir. Dolayısıyla demokrasi perspektifi içinde tartışacağımız şey, savaşa neden olan inkârcı politikaların sona erdirilmesi ve Kürtlerin de kimliklerinden kaynaklı haklarının tanınmasıdır. Kürt hareketinin eleştirilmesi gereken yanı ise, Mavi Çarşı vb. örneklerde gördüğümüz gibi, meşruiyet sınırları dışına düşüp terör anlamı kazanan eylemleridir.


Toplum üzerindeki milliyetçilik manipulasyonu
Toplum tam anlamıyla bir manipulasyon cenderesinde yaşatılmaktadır. "İç ve dış düşmanlarımız hep pusudadırlar", "bütün komşularımız bize düşmandır" nedense; Avrupa ise, dünyadaki en köklü işbirlikçisine karşı hep "Sevr'i canlandırmak" niyetindedir, dolayısıyla "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur". Ancak bu "Türk"de, "iç düşman" addedilenlerden ayrımla, "sınıfsız" ve devletin güdümünde olan Türklerden ibarettir.

Böyles, yoğun bir kuşatma, bir türlü içinden çıkılamayan krizin gelişimine bağlı aldığı biçim ve sunduğu olanaklara bağlı olarak, kâh darbe, kâh iç savaş, kâh şeriatçılık olarak sürekliolağanüstü bir hayata mahkum olmamıza neden olmaktadır. İşte bu bağlamda toplum Kürt sorununa karşı tahkimatla milliyetçi bir paranoya içine sokulmuş bulunmaktadır.


Cumhuriyet sonrası milliyetçilik ve sol görüş:
...Öyle ki Milli Mücadele içinde oluşup güçlenecek olan sol harekete, üstelik paha biçilmez askeri ve diplomatik desteğiyle tek müttefik Sovyetler Birliği olmasına karşın yaşam hakkı verilmeyecekti.

Bu tahammülsüzlüğün en çarpıcı örneği; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın başına gelenlerdir. 7 Aralık 1920'de Tokat mebusu Nazım bey(Resmor) liderliğinde .... kurulan ve geleceğin Türkiye'si için anti kapitalist bir kalkınma modeli savunacak olan parti, kısa zamanda büyük bir etkinlik düzeyine ulaşacaktır.Öyle ki Nazım bey, boşalan İçişleri Bakanlığı için Meclis'te adaylığını ilan ettiğinde büyük bir destekle karşılanacak ve bizzat Mustafa Kemal'in yinelenen engellemelerine, suçlamalarına ve karşısına Refet bey'i çıkarmasına karşın, 4 Eylül 1920'de 89 oya karşı 98 oyla bakan seçilecekti.


Ancak yönetimi solla paylaşmak istemeyen Mustafa Kemal, Meclis'in açık iradesine rağmen bu seçimi tanımayacak, Nazım bey'e randevu vermeyecek, üzerinde etkili olan Çerkez Ethem'i devreye sokarak istifa etmesi yönünde baskı siyaseti izleyecek ve nihayet onun aracılığı ile Nazım beyin içişleri bakanlığından istifasını sağlayacaktı. Daha sonra Nutuk'da "memleketin büyük yararı", "milliyetçiliğe aykırı", "casusluk", "gayri ciddi", "paralı uşak" gibi bir dizi spekülatif ve hukuki değer taşımayan suçlamayı takiben, "buna asla razı olamazdım. Onun için İçişleri Bakanı Nazım beyi kabul etmedim ve istifaya mecbur ettim" diyecekti.

Solun bu güçlenme eğilimi üzerine Mustafa Kemal, hemen bu istifanın ardından 18 Ekim 1929'de sahte bir Komunist Parti kurduracaktır. Aynı sırada Çerkez Ethem'e yönelik başlatılan boyun eğdirme kampanyası eşliğinde THİF büyük bir baskı altına alınacak, Emek ve İkaz adlı yayın organları kapatılacaktır. Sola yönelik saldırı bununla sınırlı kalmayacak, Milli Mücadeleye katılmak üzere Sovyetler Birliği'nden gelen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, 28 Ocak 1921'de Trabzon'da boğularak öldürülecektir.

...

Bu dönemde "bireysel hak ve özgürlüklerin durumu, özellikle kişi özgürlüğü ve güvenliği açısından olumsuzluklarla doludur. Sıkıyönetim uygulamaları, İstiklal Mahkemelerince verilen bazı tutuklama ve tutuklama ve mahkumiyet kararları, bunun başlıca nedenleri arasındadır. Zorunlu yerleştirme(iskân) yasaları, köylü üzerindeki baskı ve angaryalar bireysel hak ve özgürlükleri örselemiştir. TCK ve Hiyane-i Vataniye Kanunu ile gelen "düşünce suçları" da unutulmamalıdır. Bu çerçevede Nazım Hikmetlerden, Orhan Kemallere adeta uzun hapislerden geçmeyen tek bir muhalif aydın bırakılmayacaktı Türkiye'de.


... Kimliksel düzlemde Kürdün, Alevi'nin, Gayrimüslimin ve sınıfsal düzlemde bütün kimliklerden emekçi ve köylülerin haklarının inkârı üzerinden kurumsallaşan bir Cumhuriyet, içerdiği kimi devrimci öğelere rağmen bir diktatörlük olarak kurumsallaşacaktı.

Toparlarsak; herkesin Türk ve Sünni/Hanefi olmadığı bir coğrafyada herkesi bu kimliklerle tektipleştirmenin, emeğin haklarını ve siyasetini yasaklamanın kaçınılmaz sonucu, Cumhuriyet'in demokratikleşebilmesinin, tebaanın yurttaşlaşabilmesinin imkansızlaşmasıdır. 

Cumhuriyet'in kuruluşu ve kendisini tahkim etmesi döneminde, hilafetçi ve Cumhuriyet karşıtı örgütlenme ve potansiyellerin ezilmesi doğaldı. Ancak bunun ardından, laik bir denetimle dinsel alanın inananlara bırakılması ve tüm inançlar karşısında mesafeli durmak gerekirken, tam tersine din alanının bütünüyle yukarıdan ve tektipleştirmeci bir zihniyetle biçimlendirilmesine yönelinmiştir. (Diyanet eliyle Sünni mezhebinin tektipleştirme aracı olarak kullanılması)... Kemalist devletin elinde din, toplumu tektipleştirmek için kullanılan ve biçimlendirilmesine doğrudan müdahele edilen bir araç olacaktır.

Özetle Türk Milliyetçiliği:
Benzeri milliyetçiliklerden daha sorunlu olan Türk Milliyetçiliği, ulusal devletin kuruluşu üzerinden 80 yıla yakın çok uzun bir dönem geçmiş olmasına rağmen, nedenlerinden bağımsız olarak Serv kompleksini aşamamış, Ermeni kırımıyla hesaplaşamamış, bir övünç vesilesi yapılan Lozan Antlaşmasının, başta 38. ve 39. maddeler olmak üzere bazı gereklerini göz ardı etmeye devam etmiş, Yunanlıların veya Arapların Osmanlı'dan kopuşunu içselleştirememiş, halklar hapishanesi Osmanlıcılık'tan kopamamış, kendi ulusallığına hak gördüklerini diğer komşu uluslara hak görmemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun kılıç zoruyla elde edilmiş olması bağlamında gayrı meşru egemenliğini kendi meşru egemnliği olarak görmüş, bundan dolayı komşu ulusal devletlerin doğuşunu kendine "ihanet" ve "arkadan hançerleme" olarak nitelemiş, kendine onların hakimi olmayı bir "hak" olarak görmeye devam etmiştir. Tüm bu nedenlerle I. Paylaşım Savaşına yayılmacı zihniyetle katılma biçimini, dolayısıyla o dönemki egemenlerin, yaşanan felaketteki sorumluluğunu yargılamak gereğinden kaçmıştır.

Erdoğan Aydın - 2002