20 Aralık 2014 Cumartesi

Gaia Kuramı

İlk öne sürüldüğünde teolojik çıkarımlara sebep olmakla suçlanmasına rağmen tam olarak çürütülemeyen ancak kuramlıktan teoriliğe yükselecek mertebede bir kanıtı da henüz sunamamış ya da testten geçirmemiş bir kuram Gaia Hipotezi.

1960ların ortalarında James Lovelock tarafından ortay atılan kuram şunu söylüyor: "Dünya gezegeni yaşamını sürdürecek şekilde çalışan tek bir organizma gibi davranmaktadır."

Gaia hipotezinin en ilginç fikri yerküreyi yaşayan bir organizma gibi görmesidir.
Detayında ise yerküreyi oluşturan biyosfer, atmosfer, litosfer ve hidrosferin homoestasis de denilen bir denge içinde olmasıdır.

Kuramın hikayesi şöyledir: NASA'da görevli Lovelock'a Mars'ta daha önce hayat olup olmayacağının belirlenmesi ile ilgili olarak bir takım çalışmasında yer alması istenir. Bu konuda hipotezler geliştirmesi beklenir. Hipotezlerden bir tanesi "ölü" bir gezegenin atmosferinde bulunan gazların kimyasal bir denge içerisinde olmasıdır -neticede mümkün olan tüm kimyasal reaksiyonlar gerçekleşmiş ve atmosferdeki gazlar inert hale gelerek bir dengeye ulaşmış olmalıdır - . Ancak eğer gezegende yaşam ortay açıkmış idiyse atmosferdeki gazlar bir dengede olmayacak ve kimyasal reaksiyonlar aktif olarak gerçekleşiyor olacaktır.

Mars ve Venüsün gaz kompozisyonlarını incelediklerinde atmosferin %95inin reaktif bir gaz olmayan CO2'den oluştuğunu, %2 oranında da azot olduğunu görmüşlerdir. Oksijen gazı tespit edilememiştir. Dünya atmosferinin ise dengede olmayan pek çok gazın karışımından olduğunu gözlemlemişlerdir. Dolayısıyla dünyada yaşamın varlığı beklenir ki öyle olduğunu da biliyoruz.

Yerküredeki gaz kompozisyonunun kimyasal bir dengede olmaması ancak buna rağmen sabit bir durumun korunuyor olması Gaiahipotezinin emarelerindendir. Devam edegelen kimyasal reaksiyonlara rağmen atmosferdeki gaz kompozisyonunu sabit durumunu korumaktadır. (%20.8 O2, %77 N2, %0.03 CO2)


Gaia hipotezine örnek olarak sunulan bir diğer emare dünyanın sabit kalan ısısıdır. Dünyanın ısısının nasıl sabit kaldığını anlamak için kendi vücudumuzun ısı mekanizmasına bir bakalım:

Hepimizin bildiği üzere insan vücudunun sıcaklığı 36-37C civarlarında tutulur. Bu sıcaklığın korunumu vücuttaki beyin, çeşitli organlar ve sistemler arasındaki geri beslemeler ile sağlanır. Eğer ortam çok soğuksa vücutlarımız titreyerek ısı üretir. Eğer çok sıcak ise vücutlarımız terleyerek evaporasyon ile ısı kaybeder.

Yerkürede de sıcaklık benzer ama çok daha karmaşık bir şekilde regüle edilir. Bunu anlamak için Yerkürenin "Albedo" sunu incelememiz gerekir. Albedo, gezegenin rengi ve ışığı emip yansıtabilme yetisi ile ilgilidir. Tıpkı siyah asfaltın ısıyı emeceği, beyaz kaldırımların ise ısıyı yansıtacağı gibi...

Gezegen üzerindeki karanlık alanlar, ısıyı emen dağlar, ormanlar ve okyanuslar olarak görülebilir.

Güneşin enerjisini yerküreden uzaklaştıran açık renkli alanlar ise çöller, bulutlar ve buzul alanlarıdır. 

Tahmin edeceğiniz üzere dünyanın "Albedo"su sabit değildir. Aksi takdirde dünya ya devamlı ısınır, ya da devamlı soğurdu. Peki yerkürenin albedosunu ne gibi faktörler düzenler?

Global sıcaklığın kontrol yöntemlerinden birisi bulutlardır. Daha fazla bulutun varlığında daha fazla güneş ışığı yansıtılır ve yerküre soğur, daha az bulutun varlığında ise daha çok güneşışığı emilerek yerküre ısınır. Bulutların miktarını kontrol eden mekanizma nedir öyleyse?

Yerkürenin 3te 2sinin deniz ve okyanuslardan oluştuğunu düşünürsek, deniz ve okyanusların üzerinde bulut oluşumuna yol açan faktörlerin dünya sıcaklığına büyük bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz. Bu mekanizmalardan birisinin de deniz fitoplanktonları tarafından salınan CNN (cloud-condensation nuclei) olduğu iddia edilmektedir.

Bulutlar, atmosferdeki su buharı yoğunlaştığında ya da donduğunda oluşur. Ancak bulutların oluşması için suyu bir damla şeklinde toplayacak bir parçacığa ya da çekirdeğe ihtiyaç vardır. CCN'lerde bulutları oluşturan parçacıklardır. Su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşarak bulutlara dönüşür. 

Fitoplanktonlar bir çeşit CCN olan DMS (dimetil sülfat) salınımı yaparlar. Fitoplanktonlar güneş ışığına maruz kaldıklarında daha hızlı büyürler ve daha çok DMS salınımı yaparak bulut oluşumuna hız verirler. Bulutlardaki artış yerküreyi soğuttuğu gibi fitoplanktonların daha az güneş ışığı almasına ve DMS salınımlarını azaltmasına sebep olur. Sonucunda daha az bulut oluşarak yerkürenin ısısı artmaya başlar. Yani fitoplanktonlar sanki yerkürenin termostatı parmaklarının ucundaymış gibi davranır. Fitoplanktonlar ile ilgili daha detaylı çalışmalara gerek olmasına rağmen bu anlatılan geri besleme mekanizması, yaşayan organizmalar ile yerkürenin nasıl bir etkileşim içerisinde olduklarını düşünmemiz için bir ipucudur.

Buna benzer şekilde yerkürede devamlı süregelen karbon döngüsü, azot döngüsü ve sülfür döngüsü gibi döngüler vardır. Yaşayan organizmalar bu döngülerin en hayati parçalarıdır. Muazzam kütledeki madde bu organizmalar sayesinde tüketilir, dönüştürülür, taşınır ve geri kazanılır. 

Yaşayan organizmalar tarafından gerçekleştirilen bu gezegensel proseseler Gaia hipotezine inandırıcılık vermiş olmakla beraber varlığını da tam olarak ispatlamamıştır. 

Hipotezin dayandığı diğer savlar şunlardır:

- Dünyanın küresel anlamda yüzey ısısı, Güneş tarafından sağlanan enerji arttığı halde sabit kalmıştır. (Yeryüzünde yaşam başladığından bu yana Güneş'in sağladığı enerji %25 - %30 artmıştır. Buna karşın gezegenin yüzey ısısı küresel düzeyde, olağan sayılamayacak şekilde sabit kalmıştır.)

- Okyanusların tuzluluk oranı sabittir.

Kaynak: http://www.bibliotecapleyades.net/gaia/esp_gaia01.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/Gaia_Hipotezi

Yıldızlararası (Interstellar) Filmine Dair...



Uçsuz bucaksız kainatın bir köşesinde yer alan galaksimizdeki sıradan bir yıldızın çevresinde dönüp duran masmavi bir gezegende başlayan insanlığın hikayesi heyecan verici. Binlerce yıl önceki atalarımız elektriğin, ateşin, hatta konuşacak bir dilin bile olmadığı, çeşit çeşit tehlikeyle dolu bu gezegende bir hikayeye başladılar. Önce çevrelerini, sonra kıtaları, sonra gezegeni keşfettiler. Şimdi uzayı keşfetmenin peşindeyiz. Belki de insanlık tüm olasılıklara rağmen evrendeki tek zeki yasam biçimidir, bu evrenin gizemlerini çözebilecek tek kahramandır. Kainatın hikayesinde insanın yok olması yarıda kalan film gibi olur, giriş gelişmesi olup da sonu yazılmamış roman gibi.. Kendi varlığının ve gizemlerinin farkına varacak birileri olmadan dönsün dursun gezegenler, patlayıp dursun yıldızlar. İste ateizmin mantıklı bulmadığım tarafı bu. Bilinçli zekânın ortaya çıkmış olması ile olmaması ateist bakış için farketmiyor. Halbuki bana bilinçli zeka kaçınılmaz geliyor. Ki bu yüzden Gaia kuramına da ihtimal veriyorum. En nihayetinde de tüm gizemlerini çözdüğümüzde evrenin, bulacağımız şey bir Tanrı değil, Tanrıların ta kendisinin biz olduğumuz fikri olacak belki de.


Kimler bu adamın yerinde olmak isterdi?

Bilmediğimiz ufuklara yol almak? 

Kimsenin daha önce görmediği bir gezegene ayak basmak? 

Masmavi harika küre gezegenimize astronomi kitaplarından değil çıplak gözleriyle bakmak? 

Dünyadan milyonlarca, milyarlarca km uzaktaki galaksilere yol almak?

Ve bir karadeliğin merkezine seyahat etmek?

İnsan türü için bu çok daha büyük bir adım olmaz mıydı? Ve o insan belki de Tanrı'ya en çok yaklaşanımız da olmaz mıydı?