20 Aralık 2014 Cumartesi

Gaia Kuramı

İlk öne sürüldüğünde teolojik çıkarımlara sebep olmakla suçlanmasına rağmen tam olarak çürütülemeyen ancak kuramlıktan teoriliğe yükselecek mertebede bir kanıtı da henüz sunamamış ya da testten geçirmemiş bir kuram Gaia Hipotezi.

1960ların ortalarında James Lovelock tarafından ortay atılan kuram şunu söylüyor: "Dünya gezegeni yaşamını sürdürecek şekilde çalışan tek bir organizma gibi davranmaktadır."

Gaia hipotezinin en ilginç fikri yerküreyi yaşayan bir organizma gibi görmesidir.
Detayında ise yerküreyi oluşturan biyosfer, atmosfer, litosfer ve hidrosferin homoestasis de denilen bir denge içinde olmasıdır.

Kuramın hikayesi şöyledir: NASA'da görevli Lovelock'a Mars'ta daha önce hayat olup olmayacağının belirlenmesi ile ilgili olarak bir takım çalışmasında yer alması istenir. Bu konuda hipotezler geliştirmesi beklenir. Hipotezlerden bir tanesi "ölü" bir gezegenin atmosferinde bulunan gazların kimyasal bir denge içerisinde olmasıdır -neticede mümkün olan tüm kimyasal reaksiyonlar gerçekleşmiş ve atmosferdeki gazlar inert hale gelerek bir dengeye ulaşmış olmalıdır - . Ancak eğer gezegende yaşam ortay açıkmış idiyse atmosferdeki gazlar bir dengede olmayacak ve kimyasal reaksiyonlar aktif olarak gerçekleşiyor olacaktır.

Mars ve Venüsün gaz kompozisyonlarını incelediklerinde atmosferin %95inin reaktif bir gaz olmayan CO2'den oluştuğunu, %2 oranında da azot olduğunu görmüşlerdir. Oksijen gazı tespit edilememiştir. Dünya atmosferinin ise dengede olmayan pek çok gazın karışımından olduğunu gözlemlemişlerdir. Dolayısıyla dünyada yaşamın varlığı beklenir ki öyle olduğunu da biliyoruz.

Yerküredeki gaz kompozisyonunun kimyasal bir dengede olmaması ancak buna rağmen sabit bir durumun korunuyor olması Gaiahipotezinin emarelerindendir. Devam edegelen kimyasal reaksiyonlara rağmen atmosferdeki gaz kompozisyonunu sabit durumunu korumaktadır. (%20.8 O2, %77 N2, %0.03 CO2)


Gaia hipotezine örnek olarak sunulan bir diğer emare dünyanın sabit kalan ısısıdır. Dünyanın ısısının nasıl sabit kaldığını anlamak için kendi vücudumuzun ısı mekanizmasına bir bakalım:

Hepimizin bildiği üzere insan vücudunun sıcaklığı 36-37C civarlarında tutulur. Bu sıcaklığın korunumu vücuttaki beyin, çeşitli organlar ve sistemler arasındaki geri beslemeler ile sağlanır. Eğer ortam çok soğuksa vücutlarımız titreyerek ısı üretir. Eğer çok sıcak ise vücutlarımız terleyerek evaporasyon ile ısı kaybeder.

Yerkürede de sıcaklık benzer ama çok daha karmaşık bir şekilde regüle edilir. Bunu anlamak için Yerkürenin "Albedo" sunu incelememiz gerekir. Albedo, gezegenin rengi ve ışığı emip yansıtabilme yetisi ile ilgilidir. Tıpkı siyah asfaltın ısıyı emeceği, beyaz kaldırımların ise ısıyı yansıtacağı gibi...

Gezegen üzerindeki karanlık alanlar, ısıyı emen dağlar, ormanlar ve okyanuslar olarak görülebilir.

Güneşin enerjisini yerküreden uzaklaştıran açık renkli alanlar ise çöller, bulutlar ve buzul alanlarıdır. 

Tahmin edeceğiniz üzere dünyanın "Albedo"su sabit değildir. Aksi takdirde dünya ya devamlı ısınır, ya da devamlı soğurdu. Peki yerkürenin albedosunu ne gibi faktörler düzenler?

Global sıcaklığın kontrol yöntemlerinden birisi bulutlardır. Daha fazla bulutun varlığında daha fazla güneş ışığı yansıtılır ve yerküre soğur, daha az bulutun varlığında ise daha çok güneşışığı emilerek yerküre ısınır. Bulutların miktarını kontrol eden mekanizma nedir öyleyse?

Yerkürenin 3te 2sinin deniz ve okyanuslardan oluştuğunu düşünürsek, deniz ve okyanusların üzerinde bulut oluşumuna yol açan faktörlerin dünya sıcaklığına büyük bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz. Bu mekanizmalardan birisinin de deniz fitoplanktonları tarafından salınan CNN (cloud-condensation nuclei) olduğu iddia edilmektedir.

Bulutlar, atmosferdeki su buharı yoğunlaştığında ya da donduğunda oluşur. Ancak bulutların oluşması için suyu bir damla şeklinde toplayacak bir parçacığa ya da çekirdeğe ihtiyaç vardır. CCN'lerde bulutları oluşturan parçacıklardır. Su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşarak bulutlara dönüşür. 

Fitoplanktonlar bir çeşit CCN olan DMS (dimetil sülfat) salınımı yaparlar. Fitoplanktonlar güneş ışığına maruz kaldıklarında daha hızlı büyürler ve daha çok DMS salınımı yaparak bulut oluşumuna hız verirler. Bulutlardaki artış yerküreyi soğuttuğu gibi fitoplanktonların daha az güneş ışığı almasına ve DMS salınımlarını azaltmasına sebep olur. Sonucunda daha az bulut oluşarak yerkürenin ısısı artmaya başlar. Yani fitoplanktonlar sanki yerkürenin termostatı parmaklarının ucundaymış gibi davranır. Fitoplanktonlar ile ilgili daha detaylı çalışmalara gerek olmasına rağmen bu anlatılan geri besleme mekanizması, yaşayan organizmalar ile yerkürenin nasıl bir etkileşim içerisinde olduklarını düşünmemiz için bir ipucudur.

Buna benzer şekilde yerkürede devamlı süregelen karbon döngüsü, azot döngüsü ve sülfür döngüsü gibi döngüler vardır. Yaşayan organizmalar bu döngülerin en hayati parçalarıdır. Muazzam kütledeki madde bu organizmalar sayesinde tüketilir, dönüştürülür, taşınır ve geri kazanılır. 

Yaşayan organizmalar tarafından gerçekleştirilen bu gezegensel proseseler Gaia hipotezine inandırıcılık vermiş olmakla beraber varlığını da tam olarak ispatlamamıştır. 

Hipotezin dayandığı diğer savlar şunlardır:

- Dünyanın küresel anlamda yüzey ısısı, Güneş tarafından sağlanan enerji arttığı halde sabit kalmıştır. (Yeryüzünde yaşam başladığından bu yana Güneş'in sağladığı enerji %25 - %30 artmıştır. Buna karşın gezegenin yüzey ısısı küresel düzeyde, olağan sayılamayacak şekilde sabit kalmıştır.)

- Okyanusların tuzluluk oranı sabittir.

Kaynak: http://www.bibliotecapleyades.net/gaia/esp_gaia01.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/Gaia_Hipotezi

Yıldızlararası (Interstellar) Filmine Dair...



Uçsuz bucaksız kainatın bir köşesinde yer alan galaksimizdeki sıradan bir yıldızın çevresinde dönüp duran masmavi bir gezegende başlayan insanlığın hikayesi heyecan verici. Binlerce yıl önceki atalarımız elektriğin, ateşin, hatta konuşacak bir dilin bile olmadığı, çeşit çeşit tehlikeyle dolu bu gezegende bir hikayeye başladılar. Önce çevrelerini, sonra kıtaları, sonra gezegeni keşfettiler. Şimdi uzayı keşfetmenin peşindeyiz. Belki de insanlık tüm olasılıklara rağmen evrendeki tek zeki yasam biçimidir, bu evrenin gizemlerini çözebilecek tek kahramandır. Kainatın hikayesinde insanın yok olması yarıda kalan film gibi olur, giriş gelişmesi olup da sonu yazılmamış roman gibi.. Kendi varlığının ve gizemlerinin farkına varacak birileri olmadan dönsün dursun gezegenler, patlayıp dursun yıldızlar. İste ateizmin mantıklı bulmadığım tarafı bu. Bilinçli zekânın ortaya çıkmış olması ile olmaması ateist bakış için farketmiyor. Halbuki bana bilinçli zeka kaçınılmaz geliyor. Ki bu yüzden Gaia kuramına da ihtimal veriyorum. En nihayetinde de tüm gizemlerini çözdüğümüzde evrenin, bulacağımız şey bir Tanrı değil, Tanrıların ta kendisinin biz olduğumuz fikri olacak belki de.


Kimler bu adamın yerinde olmak isterdi?

Bilmediğimiz ufuklara yol almak? 

Kimsenin daha önce görmediği bir gezegene ayak basmak? 

Masmavi harika küre gezegenimize astronomi kitaplarından değil çıplak gözleriyle bakmak? 

Dünyadan milyonlarca, milyarlarca km uzaktaki galaksilere yol almak?

Ve bir karadeliğin merkezine seyahat etmek?

İnsan türü için bu çok daha büyük bir adım olmaz mıydı? Ve o insan belki de Tanrı'ya en çok yaklaşanımız da olmaz mıydı?




26 Kasım 2014 Çarşamba

İşlemci Nerede?


Bir proses tesisinde kumanda ve kontrolü bilgisayarlar ve plc ya da türevi elektronik cihazlar ile sağlarsınız. Sahadaki motorların sıcaklıklarını, devirlerini, hatlardaki basıncı, akış miktarını, tankların seviyelerini uygun tipteki sensörler ile algılar ve elektrik sinyallerine çevirerek PLC’lerin giriş kartlarına yollarsınız.

Buraya kadar herşey insan algılaması ile çok benzerdir. Derimizdeki 12 çeşit almaç tarafından örneğin sıcaklık, basınç, hafif dokunuşlar vb. tarzı etkiler algılanır. Akson demetleri ya da sinirler tarafından da beyin sapına, oradan da beynin ilgili nöronlarına iletilir.

Ancak durum bundan sonra biraz farklılaşır. Proses tesisi örneğine giriş kartlarına gelen bilgiler PLC’nin işlemcisine aktarılır. İşlemci, daha önceden kendisine yüklenen programa göre bu girişleri değerlendir ve uygun çıktılar üretir: örneğin vanaları açmak, fanları devreye almak gibi.

Ancak insan beyni bu girişleri hangi mekanizmaya ya da programa göre yorumlamaktadır net değildir. Tek bildiğimiz beyinde iki tip hücre olduğu, birisi nöronlar diğeri gliyal hücreler. Gliyal hücreler ölen nöronların yokedilmesinden sorumlu. Bir nöronun yapısı ise tipik olarak aşağıdaki gibi:



Nöronların dendrit kısmı diğer nöronlar ile sinaps denilen bağlantıları kuruyor. Akson kısımları sinirleri oluşturuyor. Bağlantı denilen kısım ise nihai deri hücreleri, almaçlar vb. ler den gelen bilgileri topluyor. Almaçlar bir şey algıladığında akson boyunca çeşitli kimyasal ve elektriksel sinyaller oluşarak çekirdeğe ulaşıyor ve çekirdek bu sinyallerin etkisi ile yeni bir elektrik sinyali üreterek dendritler ile sinapslara iletiyor. Bu iletim sonucunda da örneğin kaslara komuta eden motor nöronlar harekete geçirilebiliyor.

Ancak soru şu? Sıcaktan eliniz yandığında, o elinizi çekmenizi sağlayan komut dizisi nerede yüklü? Bir isteğinizi yerinize getirmek için harekete geçmenizi sağlayan program nerede yüklü? Nöronların çekirdeklerinde mi?

Beyin Anatomisinin İmplikasyonları: Bizler robot muyuz?

Size bazı sorular sormak istiyorum:

1. Bir poker oyununda, kaybetme ihtimalinizin çok olmasına rağmen risk alıp oyuna devam etmeyi seçmek (kazancı da yüksek olacağı için) bir özgür irade gerektiren davranış mıdır?

2. En sevdiğiniz yemeğin brokoli olması özgür bir seçim midir?

3. Ani bir karar ile işinizden ayrılıp, eşinizi boşayıp bir hayat kadınıyla evlenerek paranızı onunla çarçur etmek bir özgür seçim midir?

4. Arzularınıza karşı kendinizi frenlemek, irade göstermek, dürtüleriniz ile başetmek kişiliksel bir olgu mudur?

5. Şiddet gösterme eğilimli olmanız karakteriniz ve özgür iradenizin bir sonucu mudur?

Yine benzer şekilde olaylar arasında nedensellik ilişkileri kurmanız, paralel düşünme yeteneğiniz, matematik veya müzikteki başarınız, hafızanız vb. tamamen beyin anatominizin bir ürünü müdür yoksa işin içinde başka birşeyler de var mıdır?

Şu sıralar beynin gelişimi ile ilgili bir kitap okuyorum. Ve ne zaman beyin ile ilgili bu tip şeyler okusam aklımda ister istemez bir çeşit “robot” olduğumuz fikri beliriyor.

Üstte sorduğum tüm soruların cevapları tamamen beyin anatominiz ile ilgili. Beyninizin hangi bölgesinin ne şekilde yapısallaştığı, ne kadar geliştiği ile ilgili. En azından okuduğum kitapların ima ettiği bu.

Cevaplar şu şekilde:

1. Ergenlik çağına gelen insanlarda beynin subkortikal alanları henüz gelişmemiştir. Bu alanı gelişmeyen ergen gençler “davranışlarının sonuçlarını hafife alma” eğilimine sahiptir. Dolayısıyla daha fazla risk alırlar. Ayrıca frontal korteksleri de yetişkinler kadar olgunlaşmadığından dürtülere karşı kendilerini kontrol etme, duygularını bastırma vb. yürütme işlevleri de yetişkinlere göre zayıftır.

2. Bebekliğinde şekerli mamalar yerine soya ya da hidrotaz içerikli, daha acımsı mamalar ile beslenen bebeklerin brokoli ve benzeri sebze yemeklerini sevme eğilimleri normal mama ile beslenenlere göre çok daha fazladır. Hatta yapılan testlerde bu bebeklerin büyüdüklerinde çeşitli alternatifler sunulduğunda brokoliyi tercih ettikleri görülmüştür.

3. Beynin tutarlı kararlar almanızdan sorumlu bir bölgesi de vardır. Bu bölgesi hasara uğramış kişilerde 3.soruda belirtilen davranışları ya da benzerlerini sergileyen vakalar gözlenmiştir. Tedavi olduklarında ise tutarlı kararlar almaya başlayarak, normal bir yaşam sürmeye başlamışlardır.

4. Çocuklarda 4. yaşından itibaren beynin irade kontrolü ile ilgili kısmı gelişmeye başlar. Yani isteklerinize karşı gösterdiğiniz irade de beyin anatominiz ile ilgilidir.

5. A.B.D de yaşanan bir vakada, daha önce hiçbir suça karışmamış, şiddet eğilimi olmayan bir beyaz yakalı şahıs bir gün bir gökdelenin tepesine çıkarak 13 kişiyi taramalı tüfek ile öldürmüştür. Öldürdükleri arasında çocuklar da vardır. Bu kişi olay sonrasında polis tarafından vurularak öldürülmüştür. Daha sonra kişinin günlükleri incelenmiş, günlüklerinde içinde büyüyen bastıramadığı bir şiddet arzusu olduğundan bahsettiği ve öldükten sonra beynine bakılmasını istediğini belirtmiştir. İsteği doğrultusunda beyni incelendiğinde, şiddet ile ilgili eylemlerden sorumlu amigdala bölgesinde bir tümör olduğu, bu tümörün amigdalaya baskı yaparak sıkıştırdığı görülmüştür.

Yani bu bilgiler ışığında “benim karakterim, benim kararım, benim seçimim, sevdiğim yemek, sevdiğim müzik” vb. dediğiniz her şey aslında beyninizdeki nöronların ne şekilde geliştiği, ve ne tip bağlantılar oluşturduğu ile ilgili gibi görünüyor.

Kendi kararınız olarak nitelediğin şey bebeklikte yaşadığınız bir takım deneyimlere bağlı olarak birbirleri ie bağlantılar oluşturan nöronların aktivitelerinden başka bir şey değil gibi.

Bir bebek doğduğunda bir yetişkinden çok daha fazla sayıda nöron hücresine sahiptir. Bebek çeşitli deneyimler yaşadıkça örneğin görsel, işitsel, dokunmak vb. beynindeki nöronların bazıları birbirleri ile sinaps adı verilen bağlantılar oluşturmaya başlar. Kullanılmayan nöronlar ise zamanla ölür. Sinapslar bebek büyüdükçe sağlam ve kalıcı bir yapıya kavuşur.
Bebeğin anadilini daha kolay anlamasını ve konuşmasını sağlayan sinapslardan, anne karnındayken annesinin izlediği dizinin müziğini sevmesine yol açan sinapslara kadar pek çok sinaps gelişir. Bunun yanısıra 3.aydan itibaren insan beyninin olaylar arasında ilişki ve nedensellik bağı kurmasını sağlayan bir kısmı gelişir. 3 aydan küçük bebeklerin önünden top atsanız topun nereden geldiğine ya da nereye gittiğine bakmayacaktır. 3 aydan sonra takibe başlarlar.

Buradan yapılacak bir çıkarım da çocukluğundan itibaren din ile ilgili, inanç ile ilgili, sevap, günah, cennet-cehennem vb. tarzı bilgilere maruz kalan çocukların beyinlerindeki ilgili kısımlardan da bu inançlara uygun şekilde yapısallaştığıdır. Yani çocukluğundan itibaren bir şeye inandırılarak yetişmiş kişilerin beyinlerindeki yapısal vaziyetten dolayı belki onları aksi bir fikre inandırmak imkansızdır.

Özetle bebeklikten itibaren yaşadığımız deneyimler ile şekillenen beyin mimarimiz aldığımız kararlardan, zevklerimize; asabiyetimizden, tutarlılığımıza kadar sorumludur. Dolayısıyla şu soru doğar: gerçekten özgür irade var mıdır?

29 Temmuz 2014 Salı

Muhtelif Mevzular: Hiçlik, Bir Rüyada mıyız, Tanrı...

Hiçlik
Hiçlik, hiçbir şeyin var olmadığı, hiç bir olayın gerçekleşemediği hiçlik, enerjinin sıfır noktasıdır. Algılanabilen en basit durumdur aslında hiçlik. Hiçlik, hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Onu yaratmak için hiçbir güce ihtiyaç yoktur. Enerji seviyesi sonsuza kadar sıfırdır. "Hiçlik"ten daha stabil hiçbir şey olamaz çünkü onun stabilitesini bozabilecek hiçbir şey yoktur. Path of least resistance - en düşük dirençli yol hiçlikte başlar ve hiçlikte biter. Eğer mantıksal olarak "hiçlik" mümkün olsaydı, kesinlikle hiçlik durumu gerçekleşirdi çünkü hiçlik mümkün olan en basit yoldur, hiçbir çaba gerektirmez, hiçbir şey gerektirmez neticede...

Leibniz'in Yeter Neden İlkesi (Principle of Sufficient Reason)ne göre kâinatta nedensiz, sebepsiz, açıklamasız hiçbir şey yoktur. Herşeyin neden o durumda olduğunu açıklayan mutlaka yeter bir nedeni vardır. 

Hiçlik değil de neden birşeylerin var olduğunu açıklayan çok basit bir yeter neden vardır:
-hiçlikten daha basit, daha stabil ve daha az iş gerektiren başka hiçbir şey yoktur. Ve eğer mükemmel hiçlik diye bir şey var ise hiçbir zaman "bir şey" var olamaz çünkü hiçlikten birşey nasıl ortaya çıkabilir? Neticede ortaya çıkabilecek hiçbir şey yoktur hiçlikte...

Özetle "hiçlik" diye bir durum hiç bir zaman olmamıştır. Eğer "hiçlik" mümkün olmuş olsaydı yukarıdaki açıklamala ışığında şu an kâinat dediğimiz şey olmazdı. 

Senin "hiç" diye tarif edeceğin yerde büyük ihtimalle "hava" vardır, yani oksijen, azot ve diğer nadir gaz atomları. Uzay hiçliktir dersen, karanlık madde ve karanlık enerji vardır. 

Başka konularda ifade ettiğim iki prensibi özetleyeyim:
1. Her yerde olanın "olmamayı" algılama ihtimali yoktur, çünkü "olmak" olgusunu algılayabilmesi için "olmamayı" algılaması gerekir ki her yerde olduğu için "olmamayı" bilemez.

2. "Yukarıdaki neyse aşağıdaki de odur". Bizim insanlık olarak "hiçlik"i algılayamamızın sebebi de en baştan beri var olanın, her yerde olanın "olmamayı" algılayamamasındandır...


Bir Rüyada mıyız?
"Matrix filminde Morpheus'un bir sözü vardır Neo'ya: Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer gerçek hissettiklerin ise, tadabildiklerin, koklayıp görebildiklerin ise o zaman gerçek sadece beynin tarafından yorumlanan elektrik sinyalleridir."

İşin aslı odur ki "yorumlanmış" bir dünyada yaşamaktayız, kendi mental eserimiz olan bir dünyada. Gökyüzü mavi dediğimizde neyi kastederiz? Aslında gökyüzü mavi değildir. Etrafta dolaşan mavi renkli fotonlar yoktur. Gökyüzünün ne renk olduğunu bilmeyiz hatta bir rengi dahi olmayabilir. Bildiğimiz odur ki atmosfer tarafından belli frekanstaki fotonlar daha çok dağıtılır. Bu fotonlar da görme kabiliyeti olanlar tarafından "mavi" olarak yorumlanır. Bütün olay budur: bir yorum... Renk, yararlı bir araçtır ancak bir gerçeklik değil. Gerçeklik saklanmıştır. Belki kendi içinde evren tamamen şeffaftır. Varlığın tümü görünmez olabilir ve farklı frekansların değişik kademelerdeki titreşimlerinden ibaret olabilir. İnsanlık, dünyayı tamamen insan gözlüklerinden gören insanlık, insani bedenlerinden kaçmadıkça belki asla da gerçeği göremeyecektir."


Tanrı ?
Tanrı'nın kâianatın dışında olduğunu iddia eden dinler, Tanrı'nın "her yerde" olduğunu iddia edemezler. Şayet Tanrı k'ainatı yaratırken kâinatın dışında ise o zaman Tanrı en azından kâinatı yarattığı yerde değildir demektir. Bu da Tanrı'nın "heryerde" olduğu sıfatıyla çelişir. 

Ancak İbrahimi dinlerin iması hep Tanrı'nın bir yerlerden bizleri izlediğidir. Tanrı ol demiştir ve evren ortaya çıkmıştır. Tanrı da şimdi kıyamet gününün gelmesini beklemektedir. 13.72 milyar yıldır Tanrı hiçbirşey yapmadan beklemektedir bu görüşe göre. Kıyamet kopup da, hesaplar görüldükten sonra, ruhlar cennet ve cehenneme yollandıktan sonra da Tanrı sonsuza kadar beklemeye mi geçecektir?

Tanrı'nın "heryerde" ise yapmış olabileceği tek birşey vardır: o da kendini bölmesi, dönüştürmesi. Şu an kainatta gördüğün en lüzumsuz varlıktan, en muhteşem şeye kadar herşey Tanrı'nın aslında ta kendisidir. Varsa eğer ruhlarımız, zekamız, atomlarımız hepsi aslında Tanrı'nın başka bir forma dönüşüp parçalanmış halidir. Ve Tanrı bu durumda izliyor olmak yerine bizzat tüm varlığı birebir deneyimliyor demektir. Bir seri katili, bir ağaç olmayı, bir imparatoru ya da bir fahişeyi... Hepsini bizzat Tanrı da yaşıyor demektir çünkü bütün bunlar zaten kendisinin parçalarıdır...

Tanrı herşeyi deneyimleyerek en nihayetinde mutlak bilgiye ulaşacaktır, şeytan olmadan şeytanın ne olduğunu, melek olmadan meleğin ne olduğunu başka türlü algılayamaz. Mutlak bilgiye, herşeyin bilgisine ulaştığı an da, aranacak, yaşancak, deneyimlenecek başka bir bilgi kalmayacağı için yeniden kendini parçalayacaktır, ya da diğer bir deyişle intihar edecektir...


18 Temmuz 2014 Cuma

Cennet, Cehennem, Sonsuzluk ve Ebedi Döngü

Herşeyin bilgisine ulaştığımız gün, mutlak bilgiye ulaştığımız gün herşeyin anlamını yitireceği gün olacak. Ne soracak tek bir sorumuz, ne itiraz edecek tek bir görüş, ne uğruna savaşacak bir bilgi ya da deneyim kalacak. Her türlü bilgiyi öğrenmiş, her türlü sevgiyi yaşamış, her türlü acıyı çekmiş, her türlü heyecana ve korkuya tanıklık etmiş olacağız. Sonsuzun kendisini tamamladığı an aslında kendisini sıfırladığı an olacak…

Mesela cenneti düşünüyorum. Hep saf mutluluk mu yaşanacaktı orada? Hiç kimse günah işleyemeyecek ise demek ki bir çeşit robota dönüşecek insanlık. Aynı şartlar altında aynı tepkileri veren… 72 huri de verilse, 172 huri de verilse sonsuzluğun herhangi bir anında o hurilerden sıkılınmayacak mı? O sonsuz günlerin herhangi birinde o bahçeler, altından akan nehirler vs. artık baymayacak mı? Diyecek ki bazı arkadaşlar "cennette onlara sıkılma yoktur" Nasıl mümkün olacaktır bu? Her gün hafızalarımız mı silinecektir, böylelikle aynı şeyi her yaşayışımızda aynı zevki alabilelim? Ya da full doz keyif verici kimyasalların etkisi altında sürekli uçmuş şekilde mi gezecektir cennet insanlığı?


Ya cehennem… Her gün aynı ateşe, aynı işkence yöntemleriyle azap çeke çeke günün birinde “acı” çekmekten de sıkılınmayacak mı? Belki de o işkencelere öylesine alışacaksınız ki sonsuzluğun herhangi bir gününde gerçekten ilk günlerdeki gibi “acı” çekebilmeyi dileyeceksiniz…

Tanrı, herşeyin bilgisine ulaştığında, herşeyi denediğinde, herşeyi yaşadığında artık sıkılmayacak mı? Belki de bu evrenin ve Tanrının en makus talihi “sıkılmak”tır… Bütün bu tekamül, evren, gizem, ölüm vb. sırf o “sıkılmak” durumundan kendini kurtarmak içindir…

Cennet ve cehennem sonsuza dek devam edip dururken, Tanrı yeniden bir kâinat yaratacak mıdır? Yarattığı yeni kâinattan sonra yeni bir cennet ve cehennem daha yaratacak mıdır? Yoksa zaten bir kere bunu yaptım, bir daha niye yapayım diyerek sonsuza kadar ilk yarattığı cennet ve cehennemdekileri mi izleyecektir?

Kâinat tek seferlik midir? Yoksa sürekli kendini tekrar edip duracak mıdır? Tanrı defalarca kendisini tekrar edip duracaksa, başladığı sıfır noktasından sonsuz noktasına her ulaştığında yine sıfır noktasına dönecekse, bu tıpkı kendini sürekli tekrar edip duran bir film gibidir…


Her şey nedenseldir. Her şey matematik kurallarına tabidir. Eğer her tepkinin bir etkisi, her sonucun bir nedeni var ise ve eğer her denklemin tek bir çözümü var ise kâinat ya da Tanrı kendini sonsuzdan beri aynı şekilde ve biçimde tekrar etmektedir. Sıfır noktasından başlayıp sonsuza uzanan yolculuk, mutlak bilgiye ulaşıldığı an yeniden kendini sıfırlamakta; aynı matematiğe tabi olan aynı evrim ve gelişim bir kez daha başlamaktadır...

Yani yaşamış olduklarınız, yaşamakta olduklarınız ve yaşayacak olduklarınız sonsuz defa yaşanmıştır ve sonsuz defa daha yaşanacaktır. Sonsuz defa yaşayacağınız bir hayatın nasıl olmasını dilerdiniz?


***

Tanrı'nın kâianatın dışında olduğunu iddia eden dinler, Tanrı'nın "her yerde" olduğunu iddia edemezler. Şayet Tanrı k'ainatı yaratırken kâinatın dışında ise o zaman Tanrı en azından kâinatı yarattığı yerde değildir demektir. Bu da Tanrı'nın "heryerde" olduğu sıfatıyla çelişir.

Ancak İbrahimi dinlerin iması hep Tanrı'nın bir yerlerden bizleri izlediğidir. Tanrı ol demiştir ve evren ortaya çıkmıştır. Tanrı da şimdi kıyamet gününün gelmesini beklemektedir. 13.72 milyar yıldır Tanrı hiçbirşey yapmadan beklemektedir bu görüşe göre. Kıyamet kopup da, hesaplar görüldükten sonra, ruhlar cennet ve cehenneme yollandıktan sonra da Tanrı sonsuza kadar beklemeye mi geçecektir?

Tanrı'nın "heryerde" ise yapmış olabileceği tek birşey vardır: o da kendini bölmesi, dönüştürmesi. Şu an kainatta gördüğün en lüzumsuz varlıktan, en muhteşem şeye kadar herşey Tanrı'nın aslında ta kendisidir. Varsa eğer ruhlarımız, zekamız, atomlarımız hepsi aslında Tanrı'nın başka bir forma dönüşüp parçalanmış halidir. Ve Tanrı bu durumda izliyor olmak yerine bizzat tüm varlığı birebir deneyimliyor demektir. Bir seri katili, bir ağaç olmayı, bir imparatoru ya da bir fahişeyi... Hepsini bizzat Tanrı da yaşıyor demektir çünkü bütün bunlar zaten kendisinin parçalarıdır...

Tanrı herşeyi deneyimleyerek en nihayetinde mutlak bilgiye ulaşacaktır, şeytan olmadan şeytanın ne olduğunu, melek olmadan meleğin ne olduğunu başka türlü algılayamaz. Mutlak bilgiye, herşeyin bilgisine ulaştığı an da, aranacak, yaşancak, deneyimlenecek başka bir bilgi kalmayacağı için yeniden kendini parçalayacaktır, ya da diğer bir deyişle intihar edecektir... 


Ve bu döngü sonsuza kadar tekrarlanacaktır...

"Bu mutlu saatin ve etrafın sakinliğinin tadını çıkaran, burada ilk kez tanımaya müşerref olduğum sevgili yabancı; her kimsen sana önümde adeta bir yıldız misali yükselerek tıpkı doğal ışığın yaptığı gibi seni ve herkesi ışığıyla aydınlatacak bir düşünceden bahsetmek isterim - Aziz arkadaş! Senin tüm hayatın, tıpkı bir kum saati gibi, sürekli tersine çevrilecek ve kum asla tükenmeyecek  -kozmik sürecin çemberinde senin varlığını sağlayan bütün şartlar yeniden ortaya çıkana dek çok uzun bir dakika geçecek. Ve sonra  yaşadığın her acıyı ve her zevki, her arkadaşı ve her düşmanı, her umudu ve her hatayı, bastığın her çimi  ve her güneş ışınını bir kez daha bulacaksın, hayatını ören her ince ipliği...  Senin üzerindeki tek bir zerrecik olduğun bu yüzük ebediyen parıldayacak. Ve bu hayat döngülerinin her birinde ilk önce sadece bir kişinin sonra ise pek çoğunun algılayacağı bu herşeyin ebedi döngü düşüncesinin ortaya çıkacağı bir saat olacak -ve o saate insanlık için her zaman bu öğle saati olacak." - Nietsche*



* "Whoever thou mayest be, beloved stranger, whom I meet here for the first time, avail thyself of this happy hour and of the stillness around us, and above us, and let me tell thee something of the thought which has suddenly risen before me like a star which would fain shed down its rays upon thee and every one, as befits the nature of light. - Fellow man! Your whole life, like a sandglass, will always be reversed and will ever run out again, - a long minute of time will elapse until all those conditions out of which you were evolved return in the wheel of the cosmic process. And then you will find every pain and every pleasure, every friend and every enemy, every hope and every error, every blade of grass and every ray of sunshine once more, and the whole fabric of things which make up your life. This ring in which you are but a grain will glitter afresh forever. And in every one of these cycles of human life there will be one hour where, for the first time one man, and then many, will perceive the mighty thought of the eternal recurrence of all things:- and for mankind this is always the hour of Noon"


13 Temmuz 2014 Pazar

Özgür irade var mı? Beyinsel bir deney...

İnsanın özgür iradesi ile ilgili olarak sıradışı sonuçlar veren bazı bulgular vardır. Birazdan okuyacağınız test de aslında insanın özgür iradesi yok mu gibi bir soru doğurmaktadır. Libet ve Feinstein adlı iki bilimadamı bir dokunma refleksi deneyi esnasında deneğin derisinden beynine giden elektrik sinyalinin süresini ölçmek istedi. Aynı zamanda deneğe dokunulduğunu hissettiği anda bir düğmeye basması söylendi. Libet ve Feinstein beynin dokunma hissini dokunma olayı gerçekleştikten 0.0001 saniye sonra, deneğin ise düğmeye 0.1 saniye sonra bastığını tespit etti. Ancak çok ilginç bir şekilde denek, dokunma olayını ve düğmeye basışını ancak 0.5 saniye sonra bilinçli olarak kavrayabiliyor ya da idrak ediyordu. Deneğin bilinci, yarıştaki yavaş adam idi. Daha ilginci ise testi gerçekleştiren deneklerden hiçbiri aslında düğmeye basmayı ilk önce sağlayanın bilinçaltları olduğunu ve kendi bilinçlerinin düğmeye basmaya daha sonra karar verdiğini farketmemişti. Garip bir şekilde beyinleri olayı bilinçli olarak kontrol ettikleri yanılgısı yaratıyordu. Bu bazı araştırmacıları “acaba özgür irade bir ilizyon mu” sorusunu sormaya itti. Sonraki başka çalışmalar gösterdi ki bir parmağımızı kaldırmak gibi bir kasımızı hareket ettirmeye karar vermemizden 1,5 saniye önce beynimiz bu hareketi gerçekleştirmeyi sağlayacak gerekli sinyalleri zaten üretmeye başlamış oluyordu. Ve yine aynı soru ortaya çıkıyordu, kararı veren bilinç mi idi, bilinçaltı mı?

Bu deney insan zekası ile ilgili olarak gizli bir karmaşıklığı ortaya çıkarır çünkü işin doğrusu bizim iki aklımız vardır ya da iki biçimde ortaya çıkan bir aklımız. Gerçek aklımız r=0 alanında yer alır ki bu uzay ve zamanın dışındadır ve bu zeka bize daha çok rüyalarımızda belirir. “Bilinçli zeka”mız dediğimizde ise boyutsal bir dönüştürücüden süzülen r=0 zekasından bahsediyoruzdur, böylelikle r>0 alanında kullanıma uygun hale gelen bir zekadan. r>0 alanındaki düşüncelerimize bir uzay ve zaman kavrayışı koymak zorundayızdır, fiziksel dünyada yerelleştirilmelidir düşüncelerimiz: r=0 düşünceleri r>0 şekline dönüştürülmelidir.


Bu bilgiler ışığında Libet’in deneyini şu şekilde açıklayabiliriz:
Beyin ilk dokunma hissini ya da dürtüsünü kaydeder. Bu eş zamanlı olarak r=0 alanındaki zeka tarafından da algılanır. Bu zeka düğmeye basmaya karar verir ve uygun kaslara hareket sinyallerini gönderir. Bununla beraber bu karar r>0 alanındaki bilinçli düşünceye de dönüştürülmelidir. Tıpkı dijital TV sinyalleri işlenirken ortaya çıkan gecikme gibi bu dönüştürme işleminde bir gecikme olur. Beyin, r=0 zekasının sinyallerini dönüştüren yazılım gibidir.  Yani, r=0 zekamız eşzamanlı bir karar almasına rağmen bu karara uzay-zamanlı r>0 içeriği eklenene kadar bu karardan bilinçli olarak haberdar olamayız.

Sonuç olarak bir kez daha r>=0 paradigması bilimsel paradigma için tamamen karmaşa haline gelebilecek bir konuya düzgün bir açıklama getirebilmiştir.



Not: r>=0 paradigması ile ilgili bilgi sahibi olmak isteyenler buraya tıklayarak bilgi edinebilir.



10 Temmuz 2014 Perşembe

Herşey Matematiktir...






Matematiksel bir evrende yaşıyoruz. Herşeyin sayılarla ifade edilebildiği; ışığın, sesin, kokunun, rengin hatta tatların dahi denklemlerle ilişkilendirilebildiği bir evrende. Şimdiye kadar tek bir şeyi sayılarla ilişkilendirmeyi tam olarak başaramadık: düşünce... Ya eğer düşüncelerimiz de matematiğe tabi ise? Ya eğer düşünmek eylemi dahi bir denklem olarak yazılabilirse? Hatta ve hatta düşünce ile madde arasındaki etkileşim de formülize edilebilirse?

Not: Yukarıda izleyeceğiniz video illumination - complete mathematics isimli video referans alınarak hazırlanmıştır.

26 Haziran 2014 Perşembe

Yaratılış Efsanesi

Ön Bilgi: Aşağıda okuyacaklarınız Illuminati'nin resmi web sitesi olduğunu iddia eden Armageddon Conspiracy web sitesindeki "The Divine Suicide" adlı yazıdan alıntı yapılarak çevrilmiştir. Yazının orjinalini ingilizce olarak buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.


<<<
YARATILIŞ EFSANESİ
Illuminati’nin yaratılış miti nedir?
....

Fiziksel evrenin dahi olmadığı milyarlarca yıl öncesini hayal edin. Varolan tek şey Tanrı ve kendine ait ruhu idi. Tamamen saf düşünce halindeydi: Mutlak Zekâ. Çağlar süren düşünceden sonra, Tanrı sıradışı bir karar verdi: intihar edecekti. Bütün zamanların en önemli anını ortaya koyacaktı – kendi ölümünü. Tanrının ölümünü.

Peki ama Tanrı kendini nasıl öldürür? Tanım olarak bu imkansız değil midir? Neticede sonsuz olanı, ölümsüzü, ebediyi öldüremezsiniz. Varlığın kendisini öldüremezsiniz ve varlığın ta kendisi Tanrı’dan başka birşey değildir. Ve eğer tüm varolan o ise, ölümünden sonra geriye ne kalacaktı?

Tanrı anladı ki yaşayabileceği tek gerçek ölüm bir çeşit transformasyon idi; kendini varlığın yeni bir formuna çevirebilirdi. Diğer bir deyişle kendini reenkarne edecekti. Artık tamamen saf düşünce olarak var olmak yerine yaratmaya karar verdiği devrimsel nitelikteki yeni bir bileşeni – maddeyi de içerecekti. Ancak, Tanrı’dan geldiği için bu da, madde de Tanrısallık ile bezenmiş olacaktı. Ne kadar işe yaramaz ya da önemsiz gibi gözükse de maddenin her parçası Tanrı’dan bir kıvılcım olacaktı. Ve bütün bu parçacıkların, kendi bünyelerinde olan Tanrı’yı yeniden oluşturmak için karşı konulamaz bir arzusu olacaktı.

Tanrı’nın sonsuz olarak esinlendiği fikir en nihai yaratma eyleminin kendisini yaratmak olduğu idi. Tanrı, Tanrı olacaktı. Daha ilâhi bir amaç olamazdı.

Yani Tanrı, fiziksel uzayda var olmayan, uzay ve zamanın dışında yer alan, sonsuz gücün, sonsuz ruhsal ve entellektüel enerjinin sahibi olan varlık zekâsının sonsuz enerjisini maddesel evrenin sonsuz enerjisine çevirmek için kendisini imha edecekti. Yeniden doğabilmek için ölecekti. Ölümünden çağlar sonra ölümünün ortaya çıkardığı fiziksel parçacıklar, ilahi kıvılcımların eşsiz toplulukları, onu yeni bir formda hayata getirmek için bir yol bulacaktı. Kendisine yeniden hayat verecekti.

Tanrı yaşayacak, ölecek, yeniden doğacak ve yeniden yaşayacaktı. Samsara’yı tecrübe edecekti. Sonsuz gücünü, ebedi cesaretini, sonsuz zihinsel merakını gösterecekti.  Var olmanın tam ve nihai bilgisine erişecekti. Eğer kendini öldürmez ise ölümün ne olduğunu asla bilemeyecekti. Bilgisi tamamlanmayacaktı. Eksik olacaktı, mükemmel olamayacaktı. Kendisi ölümlülerin kaderini yaşamadan, nasıl ölümlülük hakkında yargıda bulunabilecekti?
Hiç ölmeden nasıl Tanrı olabilirsiniz? Ölümü ancak yaşayarak anlayabilirsiniz. Aynı şekilde Tanrı yaşamadan şüpheyi nasıl anlayabilir? Kendisini öldürmesi, tekrar hayata geldiğinde asla bir önceki saltanatındaki gibi olamayacağı ihtimalini doğurur. Kaçınılmaz bir şüphe bileşeni olacaktır böylece.

Tanrı’nın aksi takdirde anlayamayacağı herşey kendisini öldürmesi ile kendisi tarafından bilinebilir hale gelecektir. Kendi benliğinin tam idrakine varmanın, Tanrı’dan beklenen mükemmelliği elde etmenin tek yolu budur.

“Kendi mızrağım ile yaralanmış olarak dokuz gece boyunca; Odin’e adanmış olarak, kendime adanmış olarak rüzgâr tarafından sallanan, köklerini insanların bilmediği heybetli ağaçta asılı olarak kaldım”

Odin tek gözlüydü çünkü diğerini Viking Tanrılarının en bilgesi olan ve sadece bir baştan ibaret olan (düşmanları tarafından koparıldığı için) Mimir’e vermişti. Gözünün karşılığı olarak Odin’e “Bilgeliğin Babası” olarak bilinen Mimir’in başına danışma hakkı verilmişti. Bilgiyi arttırmak adına yapılan çabaların kalbinde kişisel – fedakârlık yatar. Güç olarak noksan olanlar, çok korkak olanlar her zaman kişisel gelişimin zorlu yolları yerine kolay zevklerin ve ucuz eğlencilerin şatafatlı saraylarını, etrafımızı saran ufak rahatlıkları ve keyifleri tercih ederek gelişimin sert ve çoğu zaman takdir edilmeyen çabasından uzağa düşerler.

Vikingler, Tanrıların ölümünü getireceğini düşündükleri Ragnarok adı verilen bir olaya inanıyorlardı. Ancak sonrasında hayat yeniden başlayacak ve yeni Tanrılar doğacaktı. Ragnarok, kıyametin olduğu kadar güzel bir yeniden doğumun da anıydı.

Bir Grek hikâyesi olan Zagreus’ta da Tanrı öldürülüp parçalanır, ancak kalbi Zeus tarafından kurtarılır ve Dionysus’a hayat vermekte kullanılır.

Hristiyanlıkta “Tanrı” ölür ve yeniden diriltilir.

Tanrı’nın ölerek yeniden hayata gelmesi (kimi zaman oldukça farklı formlarda) pek çok dini inanışın güçlü bir özelliğidir.

*****

İlahi an 14 milyar yıl önce geldi. Tanrı ışığa ol dedi ve ışık oluştu. Kendisini tüm zamanların en büyük patlamasına -zihnin evreninden maddenin evrenini yaratılışına kurban etti. Fiziksel hiçlikten – Tanrı’nın saf zihninden – fiziksel evrendeki “herşey” ortaya çıktı. Tanrı’nın ölüm anı, Yaratılış’ın anı idi. “Alfa Noktası” idi.

Fiziksel evren teolojiktir: bir amacı, arzulanan bir sonu, bir “Omega Noktası” vardır. O son nokta yeniden doğmuş Tanrıdır. Tanrı’dan doğan fiziksel evren yenilenmiş Tanrı olmayı hedefler; eskideki saf Zekâ halindeki Tanrı değil ama Zekâ ve Maddenin yeni bir Tanrısı.

Tanrı maddenin yaratılmasının zekânın yokedilişi demek olmadığını biliyordu. Aksine, nasıl ki madde bir enerji formu ise (Einstein’ın gösterdiği üzere), aynı zamanda bir zihin formudur çünkü zekâdan üretilmiştir. Madde fiziksel boyutlu zekâdır, saf ve boyutsuz zekânın aksine.

Evren canlıdır. Bir organizmadır. Düşünür. Arar. Çabalar. Evrenin bir ruhu vardır. Ebediyen ilahi kökenine ulaşamaya çalışır. Diyalektik olarak Alfadan Omegaya seyahat eder.
Biz insanlar ilahi kıvılcımı barındırırız. Hepimiz Tanrı’nın parçalarıyız. Ancak Tanrı olarak birleştiğimizde tam olacağız. Bu bizim ilahi misyonumuzun yerine getirilmesidir.

Gerçek Tanrı – Deus Absconditus – Gizli Tanrı’dır. Günün birinde Deus Manifestus – Ortaya Çıkan Tanrı olacaktır. Biz hepimiz ortaya çıkarma sürecinin parçalarıyız. Bizler, henüz Tanrı olduğunu bilmeyen ama Tanrı olmak yolunda ilerleyen evrenin gizli Tanrılarıyız.

Nasıl ki insanlık uzaydaki bir cansız kayadaki ilkel bir kimyasal çorbadan doğmuşsa, Tanrı’da görünürde cansız bir evrendeki yıldız tozundan doğacak. Hepimiz parlayan yıldızlarız ve günün birinde en parlak yıldız – Tanrı’nın kendisi olmak için bir araya geleceğiz. Bu insanlığın kaderidir.  Bu insanlığa ilham veren bir vizyon değil midir? Biz basit insanlar değiliz; ilahi varlıklarız, Tanrı’nın kendisi haline gelecek bir tanrılar topluluğuyuz: Yeniden reenkarne olmuş, yeniden dirilmiş, yeniden doğmuş bir TANRI.

Bu “efsane” fiziksel olmayan bir enerjiden (Tanrının zekâ ve ruhundan) evrenin nasıl yaratıldığını ancak yine de halâ Tanrı’nın zekâ ve ruhuna sahip olduğunu açıklar. Yaşamın nasıl varolduğunu açıklar: evren yaşamdan (Tanrı’nın) yaratılmıştır ve her yeri Tanrı’nın nefesiyle donatılmıştır. Bu efsane neden bilinçli varlıklar olduğumuzu (Tanrı’nın tüm kâinata yayılmış içsel bilincini yansıtırız) açıklar. Neden bir ölümsüzlük ve ruh ile gelecekteki bir cennete dair algımız olduğunu ve neden insanın sürekli tanrılar ve Tanrı’dan bahsedip durduğunu açıklar. Tanrı’ya doğru evrimleşiyoruz – evrimi açıklar. Yaşamalarımıza tam bir anlam verir bu efsane.

Illuminati’nin efsanesine göre şeytan nedir peki? İyi ve kötülük diğergamlık ve bencillik açısından tanımlanmıştır. Bir davranış ne kadar az kişisel ise ve başkalarına yönelik ise o kadar “iyi”dir. Bir davranış ne kadar kişisel çıkara yönelik ve bencil ise o kadar “şeytani”dir. Dolayısıyla kurbanlarına sadece kendi zevklerini tatmin etmek için yaratılmış nesneler gibi davranan, onların insanlığını görmezden gelen bir seri katil tabiki şeytanidir, kötüdür. Başka ailelerin zararı uğruna kendi avantajlarının peşinden koşan seçilmiş aileler kötüdür. Diğer insanlar için hiçbirşey düşünmeyip sadece alacakları primlerin miktarını düşleyen bankerler kötüdür. Sadece kendilerine hizmet eden politikacılar (ve bunlara bolca ödeme yapan lobiciler) kötüdür. İşçilerini ezip sömüren açgözlü patronlar kötüdür. Diğerlerini isteyerek acıtanlar kötüdür. Kendilerine istemedikleri davranışları başkalarına sergileyenler kötüdür. Şeytan ya da kötü –açgözlülük, bencillik  ve kişisel çıkar formunda – etrafımızı sarmıştır. Bunlarla doymuşuzdur. Dünyamız heryerinden kötülük damlatmaktadır. Öte yandan gerçek iyilik ise bu çürümüş dünyada en kıymetli altından bile nadir bulunur.

Şeytan, Tanrı’nın kendini yeniden üretmesi esnasında ortaya çıkan bir ara kademedir. İyiyi nilmesi için kötüyü yaşaması gerekmektedir. Başkalarını düşünen ve diğergamlığı öğrenmesi için bencil ve çıkarcı olması gerekmektedir. Şeytan, Tanrı’nın kendini anlamadan önceki ilkel halidir.
Tanrı için Şeytan, bir yetişkin insan için bebek ne ise odur.  Bir bebek bağıran, istediğini elde edemez ya da ebeveynleri ona ihtiyacı olan herşeyi vermez ise  feryat figan koparıp ağlayıp sızlayan ufak bir canavardır. Diğerleri umrunda değildir. Tamamen kendi ‘id’i ile hareket eder. Başkalarına saygı duygusunun gelişmediği, narsist ve egoist bir haldedir bir bebek. “İSTİYORUM” onun sloganıdır: “ONU BANA VER. BANA İTAAT ET. EVRENİN MERKEZİYİM BEN”  (Dünyayı dolandıran bankerler de aynı bu şekilde değil mi?)

Olgun bir yetişkin ise “id”den ziyade “süperego”su ile hareket eder. Tavırlarında diğerlerini dikkate alır ve onları düşünür.

Jung’un terimleri ile Şeytan, Gerçek Tanrı’nın gölgesidir: Tanrı’nın gerçek kişiliğine ulaşması aşamasında geçmesi gereken ilkel, olgunlaşmamış, karanlık, aydınlanmamış, yokedici ve bencil taraf.

Tanrı, aynen bizim gibi, tam olarak kişisel gerçekleşmesini başarabilmek için, mükemmel olmak için  negatif kıısmlarını yenmeye çalışan diyalektik bir yoldadır.

Tanrı’nın suretinde yaratıldığımız sözünün gerçek anlamı tam da bu değil midir?  “Yukarıdaki ne ise aşağıdaki de odur” şeklindeki çok eski bilgeliğin gerçek anlamı?

İbrahimi inançlar Tanrı’ya ilişkin tüm gerçekliği yoketmiştir. Oluşmakta olan Gerçek Tanrı yerine, diyalektik Tanrı’nın daha önceki, canavarsı versiyonuna tapmaktadırlar. Kendini idrak emiş yetişkin yerine olgunlaşmamış bebeğe tapmaktadırlar. En önemli hatayı yapmışlardır. Gölgeye tapmaktadırlar. Kendileri de gölge yaratıklardır. Gölgelerin kardeşliğidir onlar. Yahudilerin, Müslümanların ve Hristiyanların yok edici, çocuksu ve aldatılmış bir psikolojiye sahip gerici ve ilkel insanlar olduğunu idrak edebildiğinizde neden dünyanın böyle olduğunu da anlarsınız. Bu dünya, yetişkin hale gelmesi gereken bir çocuktur.

Yahudiler, Holocaust (Nazi Kıyımı)’da insanlık dışı davranılmıştılar, şimdi Filistinlilere insanlık dışı davranıyorlar. Binlerce yıl önce Tanrılarının adına Filistinliler’in atalarının topraklarını çalmıştı Yahudiler.  Çok fazla şey değişmedi. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Hristiyan pilot ve askerler Müslüman sivilleri yok etmiş sonra da bunun kaçınılmaz bir “toplu kayıp” olduğunu iddia etmiştir. (masum Müslümanlar amaç uğrunda öldürülen nesneler gibi düşünülmüştür) Özgürlük ve demokrasi adına, “iyi adamlar” oldukları iddiasıyla güya bir savaş vermişlerdir. Kimi kandırıyorlar? Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Müslümanlara gelirsek, Muhammed hakkında eleştirel şeyler yazan bir yazarı ölüme mahkum etmişlerdir. Muhammed’i eleştiren bir karikatür çizdi diye İskandinavyalı bir karikatüristi öldürmeye çalışmışlardır. Kaçırdıkları masumların kellelerini koparırken ya da masum insanlar ile dolu kaçırdıkları uçakları patlatırken, ya da pazar yerlerinde masumları katlederken Allahu Ekber – Allah Büyüktür diye bağırırlar. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Bu fanatikler aşırı derecede tehlikelidirler. Çocuksu bir psikolojik düşünce dünyasına hapsolmuşlardır. Yetişkin y erine çocuk gibidirler. En ufak provokasyon onları muazzam bir öfkeye sürüklemeye yetmektedir. En ufak şeyden öfkelenebilirler. Kendi savlarını zekice, inançlarının akıllı avukatları gibi savunmazlar. Sürekli bombalara, silahlara, kılıçlara başvururlar. Dinleri bu dünya için bir lanettir. Efendilerinin yani Şeytanın tam bir yansımasıdırlar.
Bizi bunca uzun zamandır geri bıraktıran, Gerçek Tanrı’nın Mutlak Zekâsının ilham verici mükemmelliği yerine Şeytan’ın deli düşüncelerine kitleyen İbrahimi dinlerin ortadan kaldırılması, insanlığın kurtuluşunun ilk adımıdır.

Tevrat’ın, Eski Ahit’in ve Kur’an’ın tanrısı Şeytandır. İnsanlığın kendisine tapmasını, kendisine teslim olmasını, onu yüceltmesini ve sürekli ona kulluk halde olmasını ister. Kıskanç, öfkeli, kinci, zalim, bölücü, zorba, narsist, vahşi, psikopattır. Çok büyümüş şımarık bir çocuktur. Ve bizi kendi kirlenmiş ve yıkıcı suretinde şekillendirdiğinden bizler de böyle kötüyüz.

Ancak farkedilmesi gereken gerçek şudur: İnsanlığı kurtaran Tanrı değildir, ama aksine Tanrı’yı kurtaran insanlıktır. Eğer insalık Şeytan’ın insanlığa giydirdiği “bencillik geni”nden kaçabilir, eğer insalık kişisel çıkarcılık, açgözlülük ve bencillik yerine diğergamlığa ve paylaşmaya yönelebilirse, Şeytan’a ahlâki olarak daha üstün olduğumuzu göstermiş olacağız. Ancak o zaman Gerçek Tanrı olduğu yanılsaması içerisinde olan Şeytan, olduğuna inandığı gibi olamayacağını anlayacak. Şeytan –Yehova / İncil’in Tanrısı / Allah – gerçek Tanrı’nın antitezidir. Aynı zamanda Gerçek Tanrı’nın evriminde kaçınılmaz olan bir diyalektik süreçtir. Tanrı kendisi kötü olmadıktan sonra iyi ve kötü’nün tam anlamını kavrayıp o aydınlanmış duruma geçemez. Eğer kötülüğü hiç bilmeseydi masum, basit bir olgudan öteye gidemezdi. Bâkir Katolik rahipleri evli çiftlere cinsel konularda tavsiye verir ise gülünürler. Tecrübeleri dahi olmayan bir şey hakkında nasıl yorum yapabilirler ki? Bir şey hakkında konuşabilmeniz için o şeyi yaşamış olmanız gerekir. Aydı mantık ile kendisi yaşamayıp kötünün tam kavramını idrak etmedikçe Tanrı’da iyi ve kötüyü yargılayamaz. Tanrı’nın diyalektik gerçeği budur...

Tanrı, kendisinin tam idrakine ve ahlâki mükemmelliğe insanlık ile ulaşır. Tanrı’yı şekillendiren bizleriz. Eğer bir ahlaki olarak Şeytandan üstün hale gelebilirsek biz onun suretinde değil o bizim suretimizde şekillenir. Bizim ilahi, diyalektik görevimiz Şeytanı dönüştürmek ve onu doğru yola iletmektir.

Yaratılış ile ilgili olarak bilim ne demektedir? 14 milyar yıl önce, tabiri caizse hiçlikten evren ortaya çıkmıştır. (Ancak hiç bir bilim adamı ne bunun nasıl olduğunu ne de Büyük Patlama’dan önce ne olmakta olduğunu inandırıcı bir şekilde açıklayamamaktadır) Evren “canlı” olmamasına ve “zihin” ile kaplı olmamasına rağmen doğal seleksiyon ile evrimi destekleyerek cansız olanın mucizevi bir şekilde canlı hale gelmesini sağlamaktadır(hiç bir bilim adamı bunun da nasıl olduğunu açıklamamıştır) ve sonrasında yine aynı mucizevilik ile insanlarda zekâ ve bilinci ortaya çıkarmaktadır ( yine cansız atomlardan nasıl bunların ortaya çıkabildiğini hiç bir bilim adamı açıklayamamaktadır). Bilim şunları reddeder: a) Tanrı, b) Ruhların varlığı c) Teoloji d) maddesel olmayan herşeyi, ancak yine de en önemli olan şu sorulara cevap verememektedir: cansızdan nasıl can oluşur, atomlardan zeka ve bilinç nasıl ortaya çıkar. Bu sebeple nasıl bu gizemleri dogmatik şekilde geçersiz kılabilmektedir?

Hangisini daha inandıcı buluyorsunuz, hangisinin daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorsunuz – maddesel bilimimi ya da Illuminati’nin Yaratılış Efsanesini mi?

İbrahime dinlere gelecek olursak, mükemmel bir Tanrı’nın mükemmel bir dünya ve mükemmel bir insanlık yaşamı yarattığını iddia ederler: Adem ve Havva.  Mutlu çift mükemmel bir cennette –Aden Bahçesinde- yaşamaktayken, Tanrı’nın bahçenin en görünen orta noktasına koyduğu İyi ve Kötünün Bilgi Ağacından,  meyve yemek üzere bir Yılan(Tanrı’nın bahçeye girmesine izin verdiği) tarafından kandırılırlar. Tanrı, Adem ve Havva’ya o meyveden yemeyi yasak etmiştir ancak onlar buna uymazlar ve böylelikle ilk Günahı işleyerek insanlığın cennetten kovulup düşmesine sebep olurlar. (bir elma için fazla ağır bir ceza değil mi?) Tanrı, ağacı hiç oraya koymasaydı ve yılanın bahçeye girmesine izin vermeseydi daha iyi değil miydi? Bağışlayıcı ve merhametli bir Tanrı olarak, onları ve onların tüm soylarını bir elma yemek gibi bir suç yüzünden ölümlü bir sefalet yaşamaya mahkûm etmek yerine affetmesi gerekmez miydi?

Eğer siz milyarlarcasının yaptığı gibi bu İbrahimi hikâyeye inanıyorsanız, o zaman şüphesiz ki her başka şeye de rahatlıkla inanırsınız ki bu da dünyamızın neden böyle acı dolu ve hastalıklı bir durumda olduğunu açıklar.

İbrahimi dinlerin tanrısı ne tür bir Tanrı’dır? Aden hikayesinde bile Adem ve Havva’nın Tanrısının Şeytan olduğu açıktır. Kâbil yalanın iç yüzünü görmeyi başaran ilk kişidir ve bu sebeple Illuminati tarafından yüksek saygı görür. (Armageddon Conspiracy kitabında anlatıldığı gibi)

Doğu dinlerine göre ise günün birinde Tanrı kendi üzerine bir ilizyon ve bilgisizlik örtüsü örter ve tek olmasına rağmen çokluk görüntüsü yaratır. Başka bir deyişle belli olmayan bir sebepten ötürü Tanrı kendisini kendinden saklamaya karar verir ve kendisini yeniden aramaya koyulur. İnsan ruhu (Hindu dininde Atman) İlahi ruhun (Hindu dininde Brahman) gerçekten bir parçasıdır ve samsara’yı –doğum, ölüm ve reenkarnasyon çemberini – yaşayarak en sonunda aydınlanmaya(Moksha) kavuşmalıdır. Budhizm’de “oyun”, tüm hayali insani varlığın yok edilerek ve gerçek varlığı oluşturan mistik Tekliğin parçası haline gelerek Nirvana’ya ulaşmaktır.
Hangi Yaratılış Efsanesini daha ikna edici buldunuz? Biliminkini mi, İbrahimi dinlerinkini mi, Doğu dinlerininkini mi yoksa Illuminatininkini mi?

Ancak Illuminati’nin efsanesi dinsel bazı temel öğeler içermekle birlikte Illuminati’nin dini değildir.

Nisan ayında, Illuminati’nin gerçek dinsel öğretilerini iletmeye başlayacağız. Din, sıradışı bir yolla başlar çünkü Tanrı olmadığı fikriyle giriş yapar. Bir bakıma da anlatmaya değer bir din, bir ateisti doğruluğuna ikna edebilen bir dindir. İnanç temelli dinler asla böyle bir şey başaramayacaklardır. Doğu dinleri ise, özellikle Budizm, daha başarılı olmakla beraber çoğu ateisti ikna etmekte yetersiz kalır. Felsefe, bilim ve dinin bir sentezi olan “Aydınlanma (Illumination)” ise ateist bir bakış açısıyla başlayıp Tanrının, ruhun ve ölüm sonrası yaşamın tam bir açıklaması ile son bulur.

 >>>

19 Haziran 2014 Perşembe

Zekâ ve İstek

ZEKÂ ve İSTEK
Sürekli ulaşmak istediğiniz hayalleriniz var mı yoksa zaman zaman bu maddesel dünyanın aslında “özünde” manasız olabileceği hissine kapılıyor musunuz?

Dünyayı ve hayatı ancak 5 duyu organımızın el verdiği ölçüde algılayabiliyoruz. “CNN şu an içinizden geçmekte ancak siz bunu farkında değilsiniz” dediği gibi bir matematikçinin kâinat direk olarak algılayamadığımız dalgalar ile dolu. Gözlerimiz de kulaklarımız da ancak belli dalga boyundaki ışık ve sesleri algılayabiliyor. Benzer bir şey koku, tat ve dokunma için de geçerli olabilir. Örneğin bilim adamlarının kabul ettiği üzere madde de bir çeşit enerji. Ancak biz bu enerji formunu dokunarak algılayabiliyorken, cep telefonlarından çıkan manyetik enerjiyi dokunarak algılayamıyoruz. Özetle hangi kanala ayarlanmışsa sadece o kanalı algılayabilen bir radyo ya televizyon gibiyiz denebilir. O kanal frekansı dışındaki başka frekansları direk olarak algılayacak reseptörlerimiz yok.

Aslında baktığınız zaman hayat da bu duyu organları aracılığı ile hissettiklerimizi maksimize etme mücadelesi gibi: yeni yerler görmek, yeni tatlar keşfetmek, müzik dinlemek ya da dağ kokusu, kır, bahçe kokusu duyabileceğimiz yerleri gezmek vs.
Ancak kendi başına bu 5 duyu hiç bir şey ifade etmez. Bu duyu organları ya da reseptörlerimiz sadece birer algılama aracıdır. Dış dünyayı algılamak ile “hissetmek” farklı şeylerdir. Algıyı bir hisse dönüştürmek için bir yorum gerekir. 5 duyu organı ile algılanan sinyalleri bir hisse dönüştürmek için başka bir şey gereklidir. Peki, o zaman acıyı, zevki, mutluluğu, lezzeti, kokuyu, başka bir teni, gördüğünün güzelliğini “hisseden” nedir, kimdir? Cevap: benliğindir, zekândır, ruhundur.  Her ne olursa olsun cevabın özetle dış dünyayı “hisseden” kısmın maddesel olarak tespit edemediğimiz bir olgu ya da varlıktır.  Kısaca buna “öz” de diyebiliriz.

Dış dünyaya dair istekler oluşturup bunlar için mücadele gücü sağlayan şey özdür. Dış dünyada algılananları yorumlayan özdür. Bu “öz” adeta bir bilgisayarın işlemcisi gibi algıladığı sinyalleri yorumlar ve buna uygun şekilde çıktılar üretir. Bu işlemcide yüklü programın kodu nedir peki? Ne yapmaya programlanmıştır işlemci? İşlemci zevki maksimize etmeye mi programlıdır, işlemci sadece ve sadece mutluluğun peşinden koşmaya mı programlıdır? Bu sorular ayrı bir tartışmanın konusu olabilir ancak benim asıl sormak istediğim şudur:
Eğer bu öz, benlik, zekâ, ruh ya da işlemci bedensiz olsa idi, reseptörleri olmasa idi, duymasa, görmese, koklamasa, tatmasa ne hissediyor olacaktı?

Boşlukta yüzen bu öz, reseptörleri olmadığı için göremeyeceğine, işitemeyeceğine, dokunamayacağına, koklayamayacağına ve de tadamayacağına göre neyi yorumlayacaktır?   5 duyu organımız sadece dış dünyayı hissetmemize aracılık ediyor ancak “hissetmek” için ille de bu alıcılar şart değil, keza düşünmek için de. Sevmek örneğin, bir dostumuzu, annemizi, oğlumuzu sevmek için ille de 5 duyu ile hissediyor olmamız şart değil, yanımızda olmasalar dahi onları sevebiliriz. Peki ya matematik? Toplama ya da çıkarma yapmak için de 5 duyuya ihtiyacımız yok... Yani eğer bedenimiz olmasa idi, özümüzle, benliğimizle hâlâ sevebiliyor ve de matematiksel işlem yapabiliyor olacaktık. Ancak gözlerimiz olmadığı için sevdiklerimizi göremeyecek, duyamayacaktık. Matematiksel buluşlarımızı fiziksel hayata geçiremeyecek, örneğin ölçülerini tasavvur ettiğimiz bir masayı realiteye dönüştüremeyecektik. Bu ikinci verdiğim örnek, düşüncenin yaratma gücüne bir misaldir. Çünkü düşünerek gerçekte var olmayan şeyleri tasavvur edebilirsiniz. Hiç daha önce yazılmamış bir roman yazabilirsiniz düşüncelerinizle, olmayan bir yerin resmini çizebilir, olmayan bir şarkı besteleyebilirsiniz. Aslında insan da bu şekilde olmayan şeyleri “yaratabilmektedir.” Ancak Tanrı’ya atfedilen “yaratma” sıfatında hep maddesel bir yaklaşım söz konusu olduğu ve evrendeki maddenin de yoktan yaratıldığı gibi bir varsayım yapıldığı için insanın düşüncelerinden kitaplar, şarkılar, resimler üretmesi ya da bir ağaca şekil verip daha önce tasarlanmamış bir masa yapması eşdeğer bir “yaratma” sıfatı olarak görülmez. Hâlbuki TANRI KÂINATIN İÇİNDE MİDİR, DIŞINDA MI? adlı yazımda da bahsettiğim üzere yoktan hiçbir şey var olmaz; sadece OLAN kendini dönüştürür. HERMETİZM felsefesinde geçen bir söz vardır: “Yukarıdaki ne ise, aşağıdaki de odur (As above, so below)”  Makro kozmos ne ise mikro kozmos da odur.  Tanrı nasıl ise insan da ona benzer. Bu bağlamda insanın da zekâsını kullanarak olan maddeyi başka bir şekle çevirmesi bir yaratmadır.

Düşünce bu yaratma eylemini, gerek masa yaparken gerek kitap yazarken ya da resim çizerken hep bir şeyleri keşfederek, hep sınırlarını genişleterek, hep bir adım öteyi açığa çıkararak yapar. Yeni bir lezzet isteği sizi yeni lokantalara sevk eder, yeni bir ülke görmeği isteği oluşur önce sonra seyahate çıkılır, yeni sorular yeni felsefi görüşleri, yeni matematiksel ya da bilimsel keşifleri sağlar. Düşüncenin itici gücü “istek (will) dir”. Eğer bu “istek” olmasaydı sadece mekanik hareketlere sınırlı, sadece mantıksal hesaplamalar yapan birer robot olurduk.  İstek mekanizması robotik düşüncelerden gelişime, sınırları genişletmeye ve aslında evrime yol açan mekanizmadır. İstek ile sürekli insan kendini keşfeder, doğayı, kâinatı keşfeder, gelişir, geliştirir. Zekânın itici gücü olan bu “istek” mekanizması zekâyı sürekli sınırlarını genişletmesi konusunda teşvik eder. Yeni zevklerin, yeni heyecanların, yeni amaçların ya da yeni maceraların peşine düşemediğinde insan sıkıntıya düşer, hayatın anlamını kaybeder.  Hayatı anlamlandıran şey bu zekânın sınırlarını genişletmesine olanak veren imkânlar ve mücadelelerdir.  İnsanlığın tarihi bu zekânın sınırlarını genişletmesinden başka bir şey değildir.