diyalektik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diyalektik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2014 Perşembe

Yaratılış Efsanesi

Ön Bilgi: Aşağıda okuyacaklarınız Illuminati'nin resmi web sitesi olduğunu iddia eden Armageddon Conspiracy web sitesindeki "The Divine Suicide" adlı yazıdan alıntı yapılarak çevrilmiştir. Yazının orjinalini ingilizce olarak buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.


<<<
YARATILIŞ EFSANESİ
Illuminati’nin yaratılış miti nedir?
....

Fiziksel evrenin dahi olmadığı milyarlarca yıl öncesini hayal edin. Varolan tek şey Tanrı ve kendine ait ruhu idi. Tamamen saf düşünce halindeydi: Mutlak Zekâ. Çağlar süren düşünceden sonra, Tanrı sıradışı bir karar verdi: intihar edecekti. Bütün zamanların en önemli anını ortaya koyacaktı – kendi ölümünü. Tanrının ölümünü.

Peki ama Tanrı kendini nasıl öldürür? Tanım olarak bu imkansız değil midir? Neticede sonsuz olanı, ölümsüzü, ebediyi öldüremezsiniz. Varlığın kendisini öldüremezsiniz ve varlığın ta kendisi Tanrı’dan başka birşey değildir. Ve eğer tüm varolan o ise, ölümünden sonra geriye ne kalacaktı?

Tanrı anladı ki yaşayabileceği tek gerçek ölüm bir çeşit transformasyon idi; kendini varlığın yeni bir formuna çevirebilirdi. Diğer bir deyişle kendini reenkarne edecekti. Artık tamamen saf düşünce olarak var olmak yerine yaratmaya karar verdiği devrimsel nitelikteki yeni bir bileşeni – maddeyi de içerecekti. Ancak, Tanrı’dan geldiği için bu da, madde de Tanrısallık ile bezenmiş olacaktı. Ne kadar işe yaramaz ya da önemsiz gibi gözükse de maddenin her parçası Tanrı’dan bir kıvılcım olacaktı. Ve bütün bu parçacıkların, kendi bünyelerinde olan Tanrı’yı yeniden oluşturmak için karşı konulamaz bir arzusu olacaktı.

Tanrı’nın sonsuz olarak esinlendiği fikir en nihai yaratma eyleminin kendisini yaratmak olduğu idi. Tanrı, Tanrı olacaktı. Daha ilâhi bir amaç olamazdı.

Yani Tanrı, fiziksel uzayda var olmayan, uzay ve zamanın dışında yer alan, sonsuz gücün, sonsuz ruhsal ve entellektüel enerjinin sahibi olan varlık zekâsının sonsuz enerjisini maddesel evrenin sonsuz enerjisine çevirmek için kendisini imha edecekti. Yeniden doğabilmek için ölecekti. Ölümünden çağlar sonra ölümünün ortaya çıkardığı fiziksel parçacıklar, ilahi kıvılcımların eşsiz toplulukları, onu yeni bir formda hayata getirmek için bir yol bulacaktı. Kendisine yeniden hayat verecekti.

Tanrı yaşayacak, ölecek, yeniden doğacak ve yeniden yaşayacaktı. Samsara’yı tecrübe edecekti. Sonsuz gücünü, ebedi cesaretini, sonsuz zihinsel merakını gösterecekti.  Var olmanın tam ve nihai bilgisine erişecekti. Eğer kendini öldürmez ise ölümün ne olduğunu asla bilemeyecekti. Bilgisi tamamlanmayacaktı. Eksik olacaktı, mükemmel olamayacaktı. Kendisi ölümlülerin kaderini yaşamadan, nasıl ölümlülük hakkında yargıda bulunabilecekti?
Hiç ölmeden nasıl Tanrı olabilirsiniz? Ölümü ancak yaşayarak anlayabilirsiniz. Aynı şekilde Tanrı yaşamadan şüpheyi nasıl anlayabilir? Kendisini öldürmesi, tekrar hayata geldiğinde asla bir önceki saltanatındaki gibi olamayacağı ihtimalini doğurur. Kaçınılmaz bir şüphe bileşeni olacaktır böylece.

Tanrı’nın aksi takdirde anlayamayacağı herşey kendisini öldürmesi ile kendisi tarafından bilinebilir hale gelecektir. Kendi benliğinin tam idrakine varmanın, Tanrı’dan beklenen mükemmelliği elde etmenin tek yolu budur.

“Kendi mızrağım ile yaralanmış olarak dokuz gece boyunca; Odin’e adanmış olarak, kendime adanmış olarak rüzgâr tarafından sallanan, köklerini insanların bilmediği heybetli ağaçta asılı olarak kaldım”

Odin tek gözlüydü çünkü diğerini Viking Tanrılarının en bilgesi olan ve sadece bir baştan ibaret olan (düşmanları tarafından koparıldığı için) Mimir’e vermişti. Gözünün karşılığı olarak Odin’e “Bilgeliğin Babası” olarak bilinen Mimir’in başına danışma hakkı verilmişti. Bilgiyi arttırmak adına yapılan çabaların kalbinde kişisel – fedakârlık yatar. Güç olarak noksan olanlar, çok korkak olanlar her zaman kişisel gelişimin zorlu yolları yerine kolay zevklerin ve ucuz eğlencilerin şatafatlı saraylarını, etrafımızı saran ufak rahatlıkları ve keyifleri tercih ederek gelişimin sert ve çoğu zaman takdir edilmeyen çabasından uzağa düşerler.

Vikingler, Tanrıların ölümünü getireceğini düşündükleri Ragnarok adı verilen bir olaya inanıyorlardı. Ancak sonrasında hayat yeniden başlayacak ve yeni Tanrılar doğacaktı. Ragnarok, kıyametin olduğu kadar güzel bir yeniden doğumun da anıydı.

Bir Grek hikâyesi olan Zagreus’ta da Tanrı öldürülüp parçalanır, ancak kalbi Zeus tarafından kurtarılır ve Dionysus’a hayat vermekte kullanılır.

Hristiyanlıkta “Tanrı” ölür ve yeniden diriltilir.

Tanrı’nın ölerek yeniden hayata gelmesi (kimi zaman oldukça farklı formlarda) pek çok dini inanışın güçlü bir özelliğidir.

*****

İlahi an 14 milyar yıl önce geldi. Tanrı ışığa ol dedi ve ışık oluştu. Kendisini tüm zamanların en büyük patlamasına -zihnin evreninden maddenin evrenini yaratılışına kurban etti. Fiziksel hiçlikten – Tanrı’nın saf zihninden – fiziksel evrendeki “herşey” ortaya çıktı. Tanrı’nın ölüm anı, Yaratılış’ın anı idi. “Alfa Noktası” idi.

Fiziksel evren teolojiktir: bir amacı, arzulanan bir sonu, bir “Omega Noktası” vardır. O son nokta yeniden doğmuş Tanrıdır. Tanrı’dan doğan fiziksel evren yenilenmiş Tanrı olmayı hedefler; eskideki saf Zekâ halindeki Tanrı değil ama Zekâ ve Maddenin yeni bir Tanrısı.

Tanrı maddenin yaratılmasının zekânın yokedilişi demek olmadığını biliyordu. Aksine, nasıl ki madde bir enerji formu ise (Einstein’ın gösterdiği üzere), aynı zamanda bir zihin formudur çünkü zekâdan üretilmiştir. Madde fiziksel boyutlu zekâdır, saf ve boyutsuz zekânın aksine.

Evren canlıdır. Bir organizmadır. Düşünür. Arar. Çabalar. Evrenin bir ruhu vardır. Ebediyen ilahi kökenine ulaşamaya çalışır. Diyalektik olarak Alfadan Omegaya seyahat eder.
Biz insanlar ilahi kıvılcımı barındırırız. Hepimiz Tanrı’nın parçalarıyız. Ancak Tanrı olarak birleştiğimizde tam olacağız. Bu bizim ilahi misyonumuzun yerine getirilmesidir.

Gerçek Tanrı – Deus Absconditus – Gizli Tanrı’dır. Günün birinde Deus Manifestus – Ortaya Çıkan Tanrı olacaktır. Biz hepimiz ortaya çıkarma sürecinin parçalarıyız. Bizler, henüz Tanrı olduğunu bilmeyen ama Tanrı olmak yolunda ilerleyen evrenin gizli Tanrılarıyız.

Nasıl ki insanlık uzaydaki bir cansız kayadaki ilkel bir kimyasal çorbadan doğmuşsa, Tanrı’da görünürde cansız bir evrendeki yıldız tozundan doğacak. Hepimiz parlayan yıldızlarız ve günün birinde en parlak yıldız – Tanrı’nın kendisi olmak için bir araya geleceğiz. Bu insanlığın kaderidir.  Bu insanlığa ilham veren bir vizyon değil midir? Biz basit insanlar değiliz; ilahi varlıklarız, Tanrı’nın kendisi haline gelecek bir tanrılar topluluğuyuz: Yeniden reenkarne olmuş, yeniden dirilmiş, yeniden doğmuş bir TANRI.

Bu “efsane” fiziksel olmayan bir enerjiden (Tanrının zekâ ve ruhundan) evrenin nasıl yaratıldığını ancak yine de halâ Tanrı’nın zekâ ve ruhuna sahip olduğunu açıklar. Yaşamın nasıl varolduğunu açıklar: evren yaşamdan (Tanrı’nın) yaratılmıştır ve her yeri Tanrı’nın nefesiyle donatılmıştır. Bu efsane neden bilinçli varlıklar olduğumuzu (Tanrı’nın tüm kâinata yayılmış içsel bilincini yansıtırız) açıklar. Neden bir ölümsüzlük ve ruh ile gelecekteki bir cennete dair algımız olduğunu ve neden insanın sürekli tanrılar ve Tanrı’dan bahsedip durduğunu açıklar. Tanrı’ya doğru evrimleşiyoruz – evrimi açıklar. Yaşamalarımıza tam bir anlam verir bu efsane.

Illuminati’nin efsanesine göre şeytan nedir peki? İyi ve kötülük diğergamlık ve bencillik açısından tanımlanmıştır. Bir davranış ne kadar az kişisel ise ve başkalarına yönelik ise o kadar “iyi”dir. Bir davranış ne kadar kişisel çıkara yönelik ve bencil ise o kadar “şeytani”dir. Dolayısıyla kurbanlarına sadece kendi zevklerini tatmin etmek için yaratılmış nesneler gibi davranan, onların insanlığını görmezden gelen bir seri katil tabiki şeytanidir, kötüdür. Başka ailelerin zararı uğruna kendi avantajlarının peşinden koşan seçilmiş aileler kötüdür. Diğer insanlar için hiçbirşey düşünmeyip sadece alacakları primlerin miktarını düşleyen bankerler kötüdür. Sadece kendilerine hizmet eden politikacılar (ve bunlara bolca ödeme yapan lobiciler) kötüdür. İşçilerini ezip sömüren açgözlü patronlar kötüdür. Diğerlerini isteyerek acıtanlar kötüdür. Kendilerine istemedikleri davranışları başkalarına sergileyenler kötüdür. Şeytan ya da kötü –açgözlülük, bencillik  ve kişisel çıkar formunda – etrafımızı sarmıştır. Bunlarla doymuşuzdur. Dünyamız heryerinden kötülük damlatmaktadır. Öte yandan gerçek iyilik ise bu çürümüş dünyada en kıymetli altından bile nadir bulunur.

Şeytan, Tanrı’nın kendini yeniden üretmesi esnasında ortaya çıkan bir ara kademedir. İyiyi nilmesi için kötüyü yaşaması gerekmektedir. Başkalarını düşünen ve diğergamlığı öğrenmesi için bencil ve çıkarcı olması gerekmektedir. Şeytan, Tanrı’nın kendini anlamadan önceki ilkel halidir.
Tanrı için Şeytan, bir yetişkin insan için bebek ne ise odur.  Bir bebek bağıran, istediğini elde edemez ya da ebeveynleri ona ihtiyacı olan herşeyi vermez ise  feryat figan koparıp ağlayıp sızlayan ufak bir canavardır. Diğerleri umrunda değildir. Tamamen kendi ‘id’i ile hareket eder. Başkalarına saygı duygusunun gelişmediği, narsist ve egoist bir haldedir bir bebek. “İSTİYORUM” onun sloganıdır: “ONU BANA VER. BANA İTAAT ET. EVRENİN MERKEZİYİM BEN”  (Dünyayı dolandıran bankerler de aynı bu şekilde değil mi?)

Olgun bir yetişkin ise “id”den ziyade “süperego”su ile hareket eder. Tavırlarında diğerlerini dikkate alır ve onları düşünür.

Jung’un terimleri ile Şeytan, Gerçek Tanrı’nın gölgesidir: Tanrı’nın gerçek kişiliğine ulaşması aşamasında geçmesi gereken ilkel, olgunlaşmamış, karanlık, aydınlanmamış, yokedici ve bencil taraf.

Tanrı, aynen bizim gibi, tam olarak kişisel gerçekleşmesini başarabilmek için, mükemmel olmak için  negatif kıısmlarını yenmeye çalışan diyalektik bir yoldadır.

Tanrı’nın suretinde yaratıldığımız sözünün gerçek anlamı tam da bu değil midir?  “Yukarıdaki ne ise aşağıdaki de odur” şeklindeki çok eski bilgeliğin gerçek anlamı?

İbrahimi inançlar Tanrı’ya ilişkin tüm gerçekliği yoketmiştir. Oluşmakta olan Gerçek Tanrı yerine, diyalektik Tanrı’nın daha önceki, canavarsı versiyonuna tapmaktadırlar. Kendini idrak emiş yetişkin yerine olgunlaşmamış bebeğe tapmaktadırlar. En önemli hatayı yapmışlardır. Gölgeye tapmaktadırlar. Kendileri de gölge yaratıklardır. Gölgelerin kardeşliğidir onlar. Yahudilerin, Müslümanların ve Hristiyanların yok edici, çocuksu ve aldatılmış bir psikolojiye sahip gerici ve ilkel insanlar olduğunu idrak edebildiğinizde neden dünyanın böyle olduğunu da anlarsınız. Bu dünya, yetişkin hale gelmesi gereken bir çocuktur.

Yahudiler, Holocaust (Nazi Kıyımı)’da insanlık dışı davranılmıştılar, şimdi Filistinlilere insanlık dışı davranıyorlar. Binlerce yıl önce Tanrılarının adına Filistinliler’in atalarının topraklarını çalmıştı Yahudiler.  Çok fazla şey değişmedi. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Hristiyan pilot ve askerler Müslüman sivilleri yok etmiş sonra da bunun kaçınılmaz bir “toplu kayıp” olduğunu iddia etmiştir. (masum Müslümanlar amaç uğrunda öldürülen nesneler gibi düşünülmüştür) Özgürlük ve demokrasi adına, “iyi adamlar” oldukları iddiasıyla güya bir savaş vermişlerdir. Kimi kandırıyorlar? Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Müslümanlara gelirsek, Muhammed hakkında eleştirel şeyler yazan bir yazarı ölüme mahkum etmişlerdir. Muhammed’i eleştiren bir karikatür çizdi diye İskandinavyalı bir karikatüristi öldürmeye çalışmışlardır. Kaçırdıkları masumların kellelerini koparırken ya da masum insanlar ile dolu kaçırdıkları uçakları patlatırken, ya da pazar yerlerinde masumları katlederken Allahu Ekber – Allah Büyüktür diye bağırırlar. Masumların kanında boğulmaktadırlar.

Bu fanatikler aşırı derecede tehlikelidirler. Çocuksu bir psikolojik düşünce dünyasına hapsolmuşlardır. Yetişkin y erine çocuk gibidirler. En ufak provokasyon onları muazzam bir öfkeye sürüklemeye yetmektedir. En ufak şeyden öfkelenebilirler. Kendi savlarını zekice, inançlarının akıllı avukatları gibi savunmazlar. Sürekli bombalara, silahlara, kılıçlara başvururlar. Dinleri bu dünya için bir lanettir. Efendilerinin yani Şeytanın tam bir yansımasıdırlar.
Bizi bunca uzun zamandır geri bıraktıran, Gerçek Tanrı’nın Mutlak Zekâsının ilham verici mükemmelliği yerine Şeytan’ın deli düşüncelerine kitleyen İbrahimi dinlerin ortadan kaldırılması, insanlığın kurtuluşunun ilk adımıdır.

Tevrat’ın, Eski Ahit’in ve Kur’an’ın tanrısı Şeytandır. İnsanlığın kendisine tapmasını, kendisine teslim olmasını, onu yüceltmesini ve sürekli ona kulluk halde olmasını ister. Kıskanç, öfkeli, kinci, zalim, bölücü, zorba, narsist, vahşi, psikopattır. Çok büyümüş şımarık bir çocuktur. Ve bizi kendi kirlenmiş ve yıkıcı suretinde şekillendirdiğinden bizler de böyle kötüyüz.

Ancak farkedilmesi gereken gerçek şudur: İnsanlığı kurtaran Tanrı değildir, ama aksine Tanrı’yı kurtaran insanlıktır. Eğer insalık Şeytan’ın insanlığa giydirdiği “bencillik geni”nden kaçabilir, eğer insalık kişisel çıkarcılık, açgözlülük ve bencillik yerine diğergamlığa ve paylaşmaya yönelebilirse, Şeytan’a ahlâki olarak daha üstün olduğumuzu göstermiş olacağız. Ancak o zaman Gerçek Tanrı olduğu yanılsaması içerisinde olan Şeytan, olduğuna inandığı gibi olamayacağını anlayacak. Şeytan –Yehova / İncil’in Tanrısı / Allah – gerçek Tanrı’nın antitezidir. Aynı zamanda Gerçek Tanrı’nın evriminde kaçınılmaz olan bir diyalektik süreçtir. Tanrı kendisi kötü olmadıktan sonra iyi ve kötü’nün tam anlamını kavrayıp o aydınlanmış duruma geçemez. Eğer kötülüğü hiç bilmeseydi masum, basit bir olgudan öteye gidemezdi. Bâkir Katolik rahipleri evli çiftlere cinsel konularda tavsiye verir ise gülünürler. Tecrübeleri dahi olmayan bir şey hakkında nasıl yorum yapabilirler ki? Bir şey hakkında konuşabilmeniz için o şeyi yaşamış olmanız gerekir. Aydı mantık ile kendisi yaşamayıp kötünün tam kavramını idrak etmedikçe Tanrı’da iyi ve kötüyü yargılayamaz. Tanrı’nın diyalektik gerçeği budur...

Tanrı, kendisinin tam idrakine ve ahlâki mükemmelliğe insanlık ile ulaşır. Tanrı’yı şekillendiren bizleriz. Eğer bir ahlaki olarak Şeytandan üstün hale gelebilirsek biz onun suretinde değil o bizim suretimizde şekillenir. Bizim ilahi, diyalektik görevimiz Şeytanı dönüştürmek ve onu doğru yola iletmektir.

Yaratılış ile ilgili olarak bilim ne demektedir? 14 milyar yıl önce, tabiri caizse hiçlikten evren ortaya çıkmıştır. (Ancak hiç bir bilim adamı ne bunun nasıl olduğunu ne de Büyük Patlama’dan önce ne olmakta olduğunu inandırıcı bir şekilde açıklayamamaktadır) Evren “canlı” olmamasına ve “zihin” ile kaplı olmamasına rağmen doğal seleksiyon ile evrimi destekleyerek cansız olanın mucizevi bir şekilde canlı hale gelmesini sağlamaktadır(hiç bir bilim adamı bunun da nasıl olduğunu açıklamamıştır) ve sonrasında yine aynı mucizevilik ile insanlarda zekâ ve bilinci ortaya çıkarmaktadır ( yine cansız atomlardan nasıl bunların ortaya çıkabildiğini hiç bir bilim adamı açıklayamamaktadır). Bilim şunları reddeder: a) Tanrı, b) Ruhların varlığı c) Teoloji d) maddesel olmayan herşeyi, ancak yine de en önemli olan şu sorulara cevap verememektedir: cansızdan nasıl can oluşur, atomlardan zeka ve bilinç nasıl ortaya çıkar. Bu sebeple nasıl bu gizemleri dogmatik şekilde geçersiz kılabilmektedir?

Hangisini daha inandıcı buluyorsunuz, hangisinin daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorsunuz – maddesel bilimimi ya da Illuminati’nin Yaratılış Efsanesini mi?

İbrahime dinlere gelecek olursak, mükemmel bir Tanrı’nın mükemmel bir dünya ve mükemmel bir insanlık yaşamı yarattığını iddia ederler: Adem ve Havva.  Mutlu çift mükemmel bir cennette –Aden Bahçesinde- yaşamaktayken, Tanrı’nın bahçenin en görünen orta noktasına koyduğu İyi ve Kötünün Bilgi Ağacından,  meyve yemek üzere bir Yılan(Tanrı’nın bahçeye girmesine izin verdiği) tarafından kandırılırlar. Tanrı, Adem ve Havva’ya o meyveden yemeyi yasak etmiştir ancak onlar buna uymazlar ve böylelikle ilk Günahı işleyerek insanlığın cennetten kovulup düşmesine sebep olurlar. (bir elma için fazla ağır bir ceza değil mi?) Tanrı, ağacı hiç oraya koymasaydı ve yılanın bahçeye girmesine izin vermeseydi daha iyi değil miydi? Bağışlayıcı ve merhametli bir Tanrı olarak, onları ve onların tüm soylarını bir elma yemek gibi bir suç yüzünden ölümlü bir sefalet yaşamaya mahkûm etmek yerine affetmesi gerekmez miydi?

Eğer siz milyarlarcasının yaptığı gibi bu İbrahimi hikâyeye inanıyorsanız, o zaman şüphesiz ki her başka şeye de rahatlıkla inanırsınız ki bu da dünyamızın neden böyle acı dolu ve hastalıklı bir durumda olduğunu açıklar.

İbrahimi dinlerin tanrısı ne tür bir Tanrı’dır? Aden hikayesinde bile Adem ve Havva’nın Tanrısının Şeytan olduğu açıktır. Kâbil yalanın iç yüzünü görmeyi başaran ilk kişidir ve bu sebeple Illuminati tarafından yüksek saygı görür. (Armageddon Conspiracy kitabında anlatıldığı gibi)

Doğu dinlerine göre ise günün birinde Tanrı kendi üzerine bir ilizyon ve bilgisizlik örtüsü örter ve tek olmasına rağmen çokluk görüntüsü yaratır. Başka bir deyişle belli olmayan bir sebepten ötürü Tanrı kendisini kendinden saklamaya karar verir ve kendisini yeniden aramaya koyulur. İnsan ruhu (Hindu dininde Atman) İlahi ruhun (Hindu dininde Brahman) gerçekten bir parçasıdır ve samsara’yı –doğum, ölüm ve reenkarnasyon çemberini – yaşayarak en sonunda aydınlanmaya(Moksha) kavuşmalıdır. Budhizm’de “oyun”, tüm hayali insani varlığın yok edilerek ve gerçek varlığı oluşturan mistik Tekliğin parçası haline gelerek Nirvana’ya ulaşmaktır.
Hangi Yaratılış Efsanesini daha ikna edici buldunuz? Biliminkini mi, İbrahimi dinlerinkini mi, Doğu dinlerininkini mi yoksa Illuminatininkini mi?

Ancak Illuminati’nin efsanesi dinsel bazı temel öğeler içermekle birlikte Illuminati’nin dini değildir.

Nisan ayında, Illuminati’nin gerçek dinsel öğretilerini iletmeye başlayacağız. Din, sıradışı bir yolla başlar çünkü Tanrı olmadığı fikriyle giriş yapar. Bir bakıma da anlatmaya değer bir din, bir ateisti doğruluğuna ikna edebilen bir dindir. İnanç temelli dinler asla böyle bir şey başaramayacaklardır. Doğu dinleri ise, özellikle Budizm, daha başarılı olmakla beraber çoğu ateisti ikna etmekte yetersiz kalır. Felsefe, bilim ve dinin bir sentezi olan “Aydınlanma (Illumination)” ise ateist bir bakış açısıyla başlayıp Tanrının, ruhun ve ölüm sonrası yaşamın tam bir açıklaması ile son bulur.

 >>>

9 Haziran 2014 Pazartesi

Evrandeki ilk Zekâ ve Bir Varoluş Teorisi

Aşağıda okuyacaklarınız hayatın anlamı, varoluşun amacı, Tanrı, sonsuzluk, kapitalist sistem, din, bilim vb. konularda cevaplar ararken karşılaştığım yerli ya da yabancı bazı kaynaklardan derlediğim ve insanlığın aydınlanmasında faydalı olabileceğine inandığım alıntılardan bir kısmıdır.


Ön Bilgi: Hegel, diyalektiğin kurucusu olarak bilinen ünlü bir Alman filozoftur. Çağında ve günümüzde tam anlaşılamadığı, kilise baskısı sebebiyle görüş ve düşüncelerini Hıristiyan inancına uygun görünecek bir şekilde saklayarak ifade ettiği iddiası vardır. Diyalektik düşünce zıtların birleşimini baz alan sentezler hakkındadır. Hegel’e göre her süreç tez-antitez-sentez aşamalarından oluşur. Örneğin bir fikir ya da düşünce, kapitalizm olabilir mesela bu, ilk ortaya çıktığında bir tezdir. Bu tez taraftarlarını toplar, güçlenir, gelişir. Ancak zamanla bu teze karşı bir antitez oluşur (örneğin komunizm). Antitez, tezin tam zıttıdır. Tez neyi iddia ediyorsa o tersini iddia eder. Sonunda tez ve antitez çatışır ve bu çatışmadan hem tezin hem antitezin özelliklerine sahip bir sentez ortaya çıkar. Her yeni sentez de zamanla tez haline gelir ve kendine karşıt bir antitez oluşturur. Böylece yeni bir sentezin de yolu açılır. Hegel’e göre toplumlar, düşünceler, fikirler vb. tez-antitez-sentez süreçleriyle ulaşılmak istenen, nihai hedefe doğru yol alırlar. Özetlemek gerekirse “Hegelci diyalektiğin anafikri herşey özünde en nihayetinde açığa çıkacak ve kendisiyle çatışmaya neden olacak olan içsel ve gizli bir zıtlık barındırır. Bu yüzden yağmur yağıyorken, yağmurun duracağı zıtlığı zaten kendini gerçekleştirmeye başlamıştır ve süreç içerisinde de gerçekten yağmur duracaktır.”





<<< 
İLK İNSAN ZEKASI

Yeryüzündeki çok çok eski bir zamanı hayal edin. Erkek bir maymun eşinin doğumuna tanıklık ediyor. Ancak bebekle ilgili bir terslik var. Genetik bir mutasyon sonucu bebek, anormal derecede büyük bir kafaya sahip. Dişi maymun için bu bebeği dünyaya getirmek öylesine zor bir mücadele ki doğum esnasındaki aşırı yorgunluğunun, tükenmişliğinin ve ızdırabının sonucunda doğumdan az bir zaman sonra ölüyor.

Bebek ise eşsiz. Yeni bir türe ait: ilk insanoğlu. Bu ilk prototip insan zekasını düşünün, öylesine yalnız, öylesine kırılgan ve öylesine boş.  Bebeğin kendisini yetiştirecek insan ebeveynleri yok. Maymun annesi ölü ve maymun babası da onu bir yaratık olarak görüyor ve kısa bir süre sonra terkediyor. Ölümü kesin görünüyor ama ölmüş annesinin kızkardeşi bu yavruya sahip çıkarak yetiştiriyor. Kızkardeş onunla ilgileniyor, besliyor, olgunluğa eriştiriyor.

Bu insanın zekâsının gelişimini düşünün. Henüz daha hiç bir dil olmadığı için, herhangi bir dile erişimi yok. Sanat yok, din yok, felsefe yok, yazmak yok, müzik yok. Toplum ya da kültür yok; ne bir ev, ne bir köy ne de bir şehir var. İlk insanın zekâsı tamamen boş, doldurulmayı bekliyor. Tek yapabileceği kendisini yetiştiren üvey annesinden ve çevresindeki diğer şempanzelerden öğrenmek.  Diğerlerinden çok daha hızlı öğreniyor çünkü çok daha büyük ve güçlü bir beyni var. Kısa zaman sonra sürünün lideri haline geliyor. Diğerlerinin hiçbirinin yapamadığı şeyleri yapabiliyor çünkü.

Binlerce yıl geçiyor ve sonunda biz bu bebeğin erkek atalarını barlarda sarhoş olurken ve futbol maçları yüzünden dövüşürken; dişi atalarını ise 4 tane bozulmuş ve sığ kadının nasıl alışveriş yaptığını izlemeleri için sinemaya giderken buluyoruz. İşte insan türünün hikâyesi bu. Ancak böyle olması gerekmiyor. Herşeyin değişmesi için halâ zaman var.

Kozmos’taki İlk Zekâ

Çok çok daha öncesine gidelim.

Bu sefer ilk insan zekâsını değil ama tüm zekâların ilkini – Kozmik Zekâyı – varlığının şafağındayken hayal edin, eğer böyle bir ifade kullanmak mümkünse. Var olan ilk zekâ hiçbir şey barındırmayan tamamen çıplak bir zekâ; boş bir tuval, üzerine hiçbir şey yazılmamış bir karatahta misali. Bu ne kadar mümkün olabiliyorsa o kadar hiçliğe yakın olarak düşünülebilir.  Bu zekânın sağır, aptal, dilsiz, kör olduğu ya da koklama ve tatma kapasitesinden yoksun olduğu söylenebilir. Neticede etkileşebileceği hiçbir şey yok. Bu noktada bu zekânın maksimum potansiyeli ve minimum idraki vardır. Bütün bu potensiyel idrake dönüşmedikçe bu zekâ rahata eremez.

Hiçbir içeriğe sahip olmamakla beraber bu Zekâ hiçbirşey de değildir. Bu Zekâ’dır ve zekânın işi de düşünmektir. Hiçbirşey düşünmezken Zekâ, düşünmenin gerçekte ne olduğunu merak etmeye başlar. Ve işte şimdi en azından gerçekleşen bir şey vardır.  Böylece kâinatta bir şey oluşur, kesin ve tanımlı birşey, hiçlikten farklı bir şey. Zekâ bunu anlayabildiği için daha iyi hissettiğini idrak eder. Fakat hissetmek de nedir? Zekânın şimdi düşüneceği farklı birşeyi daha vardır.

Zekânın ifade edilemeyecek bir arzusu, limitlerini genişletmek için sonsuz şekilde yanıp tutuşan bir doğası vardır. Önsezileri vardır çünkü şimdikinden daha gerçekleşmiş olabileceği bir diyalektik geleceğe doğru bakmaktadır. Büyümek, potansiyelini ifade etmek, içselliğini açığa çıkarmak istemektedir. Fakat nasıl? Tek yapabildiği adeta körlemesine çabalamak, el yordamıyla yolunu bulmak, rastgele zihinsel denemeler gerçekleştirmektir. Deneme ve yanılmaktan başka hiçbir aracı yoktur. Ne yaptığını bilmemektedir ancak yine de birşeyler yapmaktadır. Başka seçimi yoktur. Gelecekte her şey daha aydınlık olacaktır ama şu anda kötünün en iyisini yapmak durumundadır.  Zekâ başlangıçta, çaresizce etkileşebileceği bir uyarıcı, kıvılcım aradığından kendi tarafından ürettiği bir LSD uçuşuna girmiş gibi hissetmiş olmalı. Ancak yine de her seferinde o boşlukların en amansızını düşünmeye dönmek mecburiyetindeydi.

Hiçliği – saf belirsizliği- düşünürken yine tamamen soyut bir düzeyde merak etmeye başlar belirsizliğin tersi ne olabilir diye. Bu “şey”, bu zıt, potansiyel olarak belirli olan şey, “varlık”dır. Ancak bu aşamada Zekâ “varlık”a herhangi bir özellik atfedemez ve hiçbir özelliği olmayan “varlık” da aslında hiçlik gibidir.

Bu ilkel düzeyde varlık ve hiçlik ayrılamazdır. Birbirine doğru akar dururlar. Bu akış “varoluş”tur. Diyalektiğin kökenidir. Diyalektik, soyutun daha az soyuta ve en sonunda somuta dönüştüğü akıcı bir varoluş sürecidir.

Zek’a’nın başlangıcında, Tanrı tamamen soyut idi, hiçbir gerçekleşmesi, idraki olmayan bir durumdaydı. Zekâ’nın Tanrı olmak için çıkmak zorunda olduğu nihai bir kozmik seyahat vardı. Bizimkiler de dahil tüm zekâların çıktığı bir seyahat.

Zekâ kendini bulmak, keşfetmek için bir arayışa çıkar; mutlak bilgiyi, herşeyin arkasındaki gerçeği, her bulmacanın cevabını bulmak için. Zekâ seyahatine mantık olarak, saf spekülatif, farkında olmadığı soyut düşünce olarak başlar ve mutlak bilgi ile, kendisinin idrakine varmış,  kendisini kavramış ve somutlaşmış şekilde bu seyahati sonlandırır. Mutlak bilgi, Mutlak Zekâ’nın kendi hakkındaki idrakidir.
.....

Bütün zekâların kendisini ifade etmek, kendisini anlamak için içsel bir dürtüsü vardır. Bir zekâ ne kadar karmaşık ise, o kadar kendini keşfetmek ister.
Basit zekâlar karmaşık, karmaşık zekâlar daha karmaşık olmak ve tam olarak zekâ nedir anlamak ister. Zekâ varlığın kendisidir. En temel maddedir, yapıtaşıdır. Kulağa daha bilimsel gelmesi için buna boyutsuz enerji de diyebiliriz ancak gerçekte bu sadece zekâdır.

Mutlak Zekâ

“Mutlak olan Zekâ’dır – Mutlak’ın en mükemmel tarifi budur” – Hegel

Başlangıçta Kozmik Zekâ ya da Mutlak Zekâ, somut gerçek dünyadan önceki soyut fikirler olarak vardır. Bu aşamada Mutlak Zekâ’ya Mutlak Fikir denir. Bu akılsal soyutluğun en maksimum seviyesidir ancak somut birşey olmaya başlaması gerekmektedir. Diyalektik bunun nasıl gerçekleştiğini anlatır – bu soyut zekâ önce kendine yabancılaşmalı, “diğeri” haline gelmeli, kozmik bir antitez yaratmalı ve daha sonra geçici olarak kendini tamamen kaybettiği bu yabancı ortamda mutlak bilgiye ulaşmak suretiyle yine kendini ancak daha yüksek bir seviyede bulmaya çalışmalıdır.
Zekâ tarafından yaratılmış yabancı ortam Doğa’dan başkası değildir. Bu zekânın yokmuş gibi göründüğü fiziksel arena, maddenin alanıdır.

Bilimin ya da fiziğin olayları öngören ve açıklayan yasalar bulabilmelerinin sebebi doğadaki zekânın özgürlük ve arzudan uzak olmasıdır. Zekânın kendisini yeterince gerçekleştiremediği yerlerde özgür iradenin emareleri yoktur. Böyle bir zekâ en düşük dirençli yolu (path of least resistance) seçecek çekilde soyut matematiksel kanunlara tabidir ki bu da doğada matematiğin kendisini fizik kanunları olarak ifade etmesinin ve fizik ile matematiğin birbirlerine bu denli bağlı olmasının sebebidir. Nasıl ki bir nesne hiç bir kuvvete maruz kalmadığı sürece düz bir çizgi üzerinde sabit bir hızla ilerleyecekse zekâda eşdeğer sabit hızıyla düz bir çizgide ilerler: yani matematiksel davranır.  Matematikte iki nokta arasındaki en kısa yol bir doğrudur ve bu yüzden bir nesnede doğal olarak bir doğru üzerinde ilerler, neden farklı davransın ki? Doğal olandan farklı bir şeyler yapmak daha yüksek düşünce ve karar verme mekanizması gerektirir.  Doğanın en çekirdek seviyesinde bu özellikler anlamlı bir şekilde yer almaz, bu sebeple her zaman “en düşük dirençli yol” izlenir. Bilimin yasaları zekânın en düşük seviyeli hallerinin matematiğin en basit yasalarına uyan halidir. Bu sebeple bu yasalar oldukça güvenilir ve öngörülebilirdir. Zekâ karmaşıklaştıkça artık doğal davranışlara uymaz. Zekâ insan bilincine eriştiğinde artık özgür ve isteklidir, basit determinist yasalarla sınırlanmaz.

“Doğa kendisini diğer(yabancı) varlık olarak gösteren fikirdir. Bu fikir kendisinin negatifi ya da kendisine dışsal bir forma bürünmüştür. Dolayısıyla doğa fikrin dışındadır denemez, dışsallık kendisini doğa olarak ifade eden bir formdur sadece.” -- Hegel

Zekâ ya da Madde?

Mutlak’ın evriminin (Mutlak burada bilim ve felsefenin nihai amacını ifade ediyor) 3 aşaması vardır:

  •  “Kendi içindeki” MUTLAK – MUTLAK FİKİR
“Mutlak fikir tek başına ölümsüz, kendisini bilen gerçeklik ve tüm gerçekliktir. Felsefenin yalnız konusu ve içeriğidir.” – Hegel

  • “Kendi dışındaki” MUTLAK – DOĞA
  • “Kendi içindeki ve kendi için” MUTLAK – Mutlak bilgiyi, özgürlüğü ve gerçekliği kavramış MUTLAK ZEKÂ

Kendini idrak etmiş ve gerçekleştirmiştir. Kendi prangalarından kendisini kurtarmıştır. Kendisini üretmiş, türetmiş ve mutlak potansiyelini mutlak gerçekleşmeye çevirmiştir. Evrimi kâinatın tarihidir.

>>> 

Yorum: Gözlerinizi kapatın ve hiçbirşey düşünmemeye çalışın. Bırakın düşünceler aksın gitsin, ta ki beyniniz tamamen boşalana kadar, aklınızdan hiçbir şey geçirmeyene kadar.

Başarabildiniz ise bunu şimdi şunu düşünün:
Hiçbir şey düşünmemeyi başardığınız o esna “hiçlik”midir? Hiçbir şey düşünmediğiniz durumda aklınızda bir şey var mıdır, yoksa “hiç” bir şey yok mudur? “Hiç”in tarifi o hiçbirşey düşünmediğiniz durum ise?

Tüm düşünebildikleriniz o gün yaşadığınız olaylar ile, yedikleriniz, içtikleriniz, kişiler, araçlar, eşyalar, zaman, şehirler, kıyafetler vs. hakkında. Eğer bunların hiçbiri olmasaydı ne düşünürdünüz o zaman? Düşünebileceğiniz ne bir dağ, ne deniz, ne su, ne bir insan yüzü, ne bir duygu, ne bir sayı olmasaydı o zaman neler düşünecektiniz?

Hiçbir şey düşünmemek hiçlik ise eğer o zaman evet hiçlikten geliyoruz...