ZEKÂ ve İSTEK
Sürekli ulaşmak istediğiniz hayalleriniz var mı yoksa zaman
zaman bu maddesel dünyanın aslında “özünde” manasız olabileceği hissine
kapılıyor musunuz?
Dünyayı ve hayatı ancak 5 duyu organımızın el verdiği ölçüde
algılayabiliyoruz. “CNN şu an içinizden geçmekte ancak siz bunu farkında
değilsiniz” dediği gibi bir matematikçinin kâinat direk olarak
algılayamadığımız dalgalar ile dolu. Gözlerimiz de kulaklarımız da ancak belli
dalga boyundaki ışık ve sesleri algılayabiliyor. Benzer bir şey koku, tat ve
dokunma için de geçerli olabilir. Örneğin bilim adamlarının kabul ettiği üzere
madde de bir çeşit enerji. Ancak biz bu enerji formunu dokunarak
algılayabiliyorken, cep telefonlarından çıkan manyetik enerjiyi dokunarak
algılayamıyoruz. Özetle hangi kanala ayarlanmışsa sadece o kanalı algılayabilen
bir radyo ya televizyon gibiyiz denebilir. O kanal frekansı dışındaki başka
frekansları direk olarak algılayacak reseptörlerimiz yok.
Aslında baktığınız zaman hayat da bu duyu organları
aracılığı ile hissettiklerimizi maksimize etme mücadelesi gibi: yeni yerler
görmek, yeni tatlar keşfetmek, müzik dinlemek ya da dağ kokusu, kır, bahçe
kokusu duyabileceğimiz yerleri gezmek vs.
Ancak kendi başına bu 5 duyu hiç bir şey ifade etmez. Bu duyu
organları ya da reseptörlerimiz sadece birer algılama aracıdır. Dış dünyayı
algılamak ile “hissetmek” farklı
şeylerdir. Algıyı bir hisse dönüştürmek için bir yorum gerekir. 5 duyu organı ile
algılanan sinyalleri bir hisse dönüştürmek için başka bir şey gereklidir. Peki,
o zaman acıyı, zevki, mutluluğu, lezzeti, kokuyu, başka bir teni, gördüğünün
güzelliğini “hisseden” nedir,
kimdir? Cevap: benliğindir, zekândır, ruhundur. Her ne olursa olsun cevabın özetle dış dünyayı
“hisseden” kısmın maddesel olarak
tespit edemediğimiz bir olgu ya da varlıktır. Kısaca buna “öz” de diyebiliriz.
Dış dünyaya dair istekler oluşturup bunlar için mücadele
gücü sağlayan şey özdür. Dış dünyada algılananları yorumlayan özdür. Bu “öz”
adeta bir bilgisayarın işlemcisi gibi algıladığı sinyalleri yorumlar ve buna
uygun şekilde çıktılar üretir. Bu işlemcide yüklü programın kodu nedir peki? Ne
yapmaya programlanmıştır işlemci? İşlemci zevki maksimize etmeye mi programlıdır,
işlemci sadece ve sadece mutluluğun peşinden koşmaya mı programlıdır? Bu
sorular ayrı bir tartışmanın konusu olabilir ancak benim asıl sormak istediğim
şudur:
Eğer bu öz, benlik,
zekâ, ruh ya da işlemci bedensiz olsa idi, reseptörleri olmasa idi, duymasa,
görmese, koklamasa, tatmasa ne hissediyor olacaktı?
Boşlukta yüzen bu öz, reseptörleri olmadığı için
göremeyeceğine, işitemeyeceğine, dokunamayacağına, koklayamayacağına ve de
tadamayacağına göre neyi yorumlayacaktır?
5 duyu organımız sadece dış dünyayı hissetmemize aracılık ediyor ancak
“hissetmek” için ille de bu alıcılar şart değil, keza düşünmek için de. Sevmek
örneğin, bir dostumuzu, annemizi, oğlumuzu sevmek için ille de 5 duyu ile
hissediyor olmamız şart değil, yanımızda olmasalar dahi onları sevebiliriz.
Peki ya matematik? Toplama ya da çıkarma yapmak için de 5 duyuya ihtiyacımız
yok... Yani eğer bedenimiz olmasa idi, özümüzle, benliğimizle hâlâ sevebiliyor
ve de matematiksel işlem yapabiliyor olacaktık. Ancak gözlerimiz olmadığı için
sevdiklerimizi göremeyecek, duyamayacaktık. Matematiksel buluşlarımızı fiziksel
hayata geçiremeyecek, örneğin ölçülerini tasavvur ettiğimiz bir masayı
realiteye dönüştüremeyecektik. Bu ikinci verdiğim örnek, düşüncenin yaratma
gücüne bir misaldir. Çünkü düşünerek gerçekte var olmayan şeyleri tasavvur
edebilirsiniz. Hiç daha önce yazılmamış bir roman yazabilirsiniz
düşüncelerinizle, olmayan bir yerin resmini çizebilir, olmayan bir şarkı
besteleyebilirsiniz. Aslında insan da bu şekilde olmayan şeyleri
“yaratabilmektedir.” Ancak Tanrı’ya atfedilen “yaratma” sıfatında hep maddesel
bir yaklaşım söz konusu olduğu ve evrendeki maddenin de yoktan yaratıldığı gibi
bir varsayım yapıldığı için insanın düşüncelerinden kitaplar, şarkılar,
resimler üretmesi ya da bir ağaca şekil verip daha önce tasarlanmamış bir masa
yapması eşdeğer bir “yaratma” sıfatı olarak görülmez. Hâlbuki TANRI KÂINATIN
İÇİNDE MİDİR, DIŞINDA MI? adlı yazımda da bahsettiğim üzere yoktan hiçbir şey
var olmaz; sadece OLAN kendini dönüştürür. HERMETİZM felsefesinde geçen bir söz
vardır: “Yukarıdaki ne ise, aşağıdaki de
odur (As above, so below)” Makro
kozmos ne ise mikro kozmos da odur.
Tanrı nasıl ise insan da ona benzer. Bu bağlamda insanın da zekâsını
kullanarak olan maddeyi başka bir şekle çevirmesi bir yaratmadır.
Düşünce bu yaratma eylemini, gerek masa yaparken gerek kitap
yazarken ya da resim çizerken hep bir şeyleri keşfederek, hep sınırlarını
genişleterek, hep bir adım öteyi açığa çıkararak yapar. Yeni bir lezzet isteği
sizi yeni lokantalara sevk eder, yeni bir ülke görmeği isteği oluşur önce sonra
seyahate çıkılır, yeni sorular yeni felsefi görüşleri, yeni matematiksel ya da
bilimsel keşifleri sağlar. Düşüncenin itici gücü “istek (will) dir”. Eğer bu
“istek” olmasaydı sadece mekanik hareketlere sınırlı, sadece mantıksal
hesaplamalar yapan birer robot olurduk. İstek mekanizması robotik düşüncelerden
gelişime, sınırları genişletmeye ve aslında evrime yol açan mekanizmadır. İstek
ile sürekli insan kendini keşfeder, doğayı, kâinatı keşfeder, gelişir,
geliştirir. Zekânın itici gücü olan bu “istek” mekanizması zekâyı sürekli
sınırlarını genişletmesi konusunda teşvik eder. Yeni zevklerin, yeni
heyecanların, yeni amaçların ya da yeni maceraların peşine düşemediğinde insan
sıkıntıya düşer, hayatın anlamını kaybeder. Hayatı anlamlandıran şey bu zekânın
sınırlarını genişletmesine olanak veren imkânlar ve mücadelelerdir. İnsanlığın tarihi bu zekânın sınırlarını
genişletmesinden başka bir şey değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder