19 Haziran 2014 Perşembe

Zekâ ve İstek

ZEKÂ ve İSTEK
Sürekli ulaşmak istediğiniz hayalleriniz var mı yoksa zaman zaman bu maddesel dünyanın aslında “özünde” manasız olabileceği hissine kapılıyor musunuz?

Dünyayı ve hayatı ancak 5 duyu organımızın el verdiği ölçüde algılayabiliyoruz. “CNN şu an içinizden geçmekte ancak siz bunu farkında değilsiniz” dediği gibi bir matematikçinin kâinat direk olarak algılayamadığımız dalgalar ile dolu. Gözlerimiz de kulaklarımız da ancak belli dalga boyundaki ışık ve sesleri algılayabiliyor. Benzer bir şey koku, tat ve dokunma için de geçerli olabilir. Örneğin bilim adamlarının kabul ettiği üzere madde de bir çeşit enerji. Ancak biz bu enerji formunu dokunarak algılayabiliyorken, cep telefonlarından çıkan manyetik enerjiyi dokunarak algılayamıyoruz. Özetle hangi kanala ayarlanmışsa sadece o kanalı algılayabilen bir radyo ya televizyon gibiyiz denebilir. O kanal frekansı dışındaki başka frekansları direk olarak algılayacak reseptörlerimiz yok.

Aslında baktığınız zaman hayat da bu duyu organları aracılığı ile hissettiklerimizi maksimize etme mücadelesi gibi: yeni yerler görmek, yeni tatlar keşfetmek, müzik dinlemek ya da dağ kokusu, kır, bahçe kokusu duyabileceğimiz yerleri gezmek vs.
Ancak kendi başına bu 5 duyu hiç bir şey ifade etmez. Bu duyu organları ya da reseptörlerimiz sadece birer algılama aracıdır. Dış dünyayı algılamak ile “hissetmek” farklı şeylerdir. Algıyı bir hisse dönüştürmek için bir yorum gerekir. 5 duyu organı ile algılanan sinyalleri bir hisse dönüştürmek için başka bir şey gereklidir. Peki, o zaman acıyı, zevki, mutluluğu, lezzeti, kokuyu, başka bir teni, gördüğünün güzelliğini “hisseden” nedir, kimdir? Cevap: benliğindir, zekândır, ruhundur.  Her ne olursa olsun cevabın özetle dış dünyayı “hisseden” kısmın maddesel olarak tespit edemediğimiz bir olgu ya da varlıktır.  Kısaca buna “öz” de diyebiliriz.

Dış dünyaya dair istekler oluşturup bunlar için mücadele gücü sağlayan şey özdür. Dış dünyada algılananları yorumlayan özdür. Bu “öz” adeta bir bilgisayarın işlemcisi gibi algıladığı sinyalleri yorumlar ve buna uygun şekilde çıktılar üretir. Bu işlemcide yüklü programın kodu nedir peki? Ne yapmaya programlanmıştır işlemci? İşlemci zevki maksimize etmeye mi programlıdır, işlemci sadece ve sadece mutluluğun peşinden koşmaya mı programlıdır? Bu sorular ayrı bir tartışmanın konusu olabilir ancak benim asıl sormak istediğim şudur:
Eğer bu öz, benlik, zekâ, ruh ya da işlemci bedensiz olsa idi, reseptörleri olmasa idi, duymasa, görmese, koklamasa, tatmasa ne hissediyor olacaktı?

Boşlukta yüzen bu öz, reseptörleri olmadığı için göremeyeceğine, işitemeyeceğine, dokunamayacağına, koklayamayacağına ve de tadamayacağına göre neyi yorumlayacaktır?   5 duyu organımız sadece dış dünyayı hissetmemize aracılık ediyor ancak “hissetmek” için ille de bu alıcılar şart değil, keza düşünmek için de. Sevmek örneğin, bir dostumuzu, annemizi, oğlumuzu sevmek için ille de 5 duyu ile hissediyor olmamız şart değil, yanımızda olmasalar dahi onları sevebiliriz. Peki ya matematik? Toplama ya da çıkarma yapmak için de 5 duyuya ihtiyacımız yok... Yani eğer bedenimiz olmasa idi, özümüzle, benliğimizle hâlâ sevebiliyor ve de matematiksel işlem yapabiliyor olacaktık. Ancak gözlerimiz olmadığı için sevdiklerimizi göremeyecek, duyamayacaktık. Matematiksel buluşlarımızı fiziksel hayata geçiremeyecek, örneğin ölçülerini tasavvur ettiğimiz bir masayı realiteye dönüştüremeyecektik. Bu ikinci verdiğim örnek, düşüncenin yaratma gücüne bir misaldir. Çünkü düşünerek gerçekte var olmayan şeyleri tasavvur edebilirsiniz. Hiç daha önce yazılmamış bir roman yazabilirsiniz düşüncelerinizle, olmayan bir yerin resmini çizebilir, olmayan bir şarkı besteleyebilirsiniz. Aslında insan da bu şekilde olmayan şeyleri “yaratabilmektedir.” Ancak Tanrı’ya atfedilen “yaratma” sıfatında hep maddesel bir yaklaşım söz konusu olduğu ve evrendeki maddenin de yoktan yaratıldığı gibi bir varsayım yapıldığı için insanın düşüncelerinden kitaplar, şarkılar, resimler üretmesi ya da bir ağaca şekil verip daha önce tasarlanmamış bir masa yapması eşdeğer bir “yaratma” sıfatı olarak görülmez. Hâlbuki TANRI KÂINATIN İÇİNDE MİDİR, DIŞINDA MI? adlı yazımda da bahsettiğim üzere yoktan hiçbir şey var olmaz; sadece OLAN kendini dönüştürür. HERMETİZM felsefesinde geçen bir söz vardır: “Yukarıdaki ne ise, aşağıdaki de odur (As above, so below)”  Makro kozmos ne ise mikro kozmos da odur.  Tanrı nasıl ise insan da ona benzer. Bu bağlamda insanın da zekâsını kullanarak olan maddeyi başka bir şekle çevirmesi bir yaratmadır.

Düşünce bu yaratma eylemini, gerek masa yaparken gerek kitap yazarken ya da resim çizerken hep bir şeyleri keşfederek, hep sınırlarını genişleterek, hep bir adım öteyi açığa çıkararak yapar. Yeni bir lezzet isteği sizi yeni lokantalara sevk eder, yeni bir ülke görmeği isteği oluşur önce sonra seyahate çıkılır, yeni sorular yeni felsefi görüşleri, yeni matematiksel ya da bilimsel keşifleri sağlar. Düşüncenin itici gücü “istek (will) dir”. Eğer bu “istek” olmasaydı sadece mekanik hareketlere sınırlı, sadece mantıksal hesaplamalar yapan birer robot olurduk.  İstek mekanizması robotik düşüncelerden gelişime, sınırları genişletmeye ve aslında evrime yol açan mekanizmadır. İstek ile sürekli insan kendini keşfeder, doğayı, kâinatı keşfeder, gelişir, geliştirir. Zekânın itici gücü olan bu “istek” mekanizması zekâyı sürekli sınırlarını genişletmesi konusunda teşvik eder. Yeni zevklerin, yeni heyecanların, yeni amaçların ya da yeni maceraların peşine düşemediğinde insan sıkıntıya düşer, hayatın anlamını kaybeder.  Hayatı anlamlandıran şey bu zekânın sınırlarını genişletmesine olanak veren imkânlar ve mücadelelerdir.  İnsanlığın tarihi bu zekânın sınırlarını genişletmesinden başka bir şey değildir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder