10 Haziran 2014 Salı

Morfik Alanlar - Genetik Programa Bir Alternatif

Rupert Sheldrake - Mind, Memory, and Archetype: Morphic Resonance and the Collective
Unconscious ( Psychological Perspectives, 1997) adlı makalesinden alıntıdır.

<<<
Formlar Nasıl Doğar?
... Biyolojide embriyo ve organizmaların nasıl geliştiği ile ilgili süregelen bir tartışma vardır. Nasıl tohumlardan bitkiler büyür? Döllenmiş yumurtalardan nasıl embriyolar gelişir? Bu biyologlar için bir problemdir, ancak embriyo ve ağaçlar için değil, çünkü sadece bunu yaparlar. Ancak biyologlar “form” için nedensel bir açıklama bulmakta zorlanırlar. Bir değişimden önceki enerji, madde ve momentum değişim sonrasındakine eşit olmalıdır. Sebep sonucun içinde, sonuç sebebin içinde olmalıdır. Ama bir meşe ağacının bir meşe palamudundan gelişimini incelediğimizde sebep ve sonuç arasında öyle bariz bir denklik göremeyiz.

17. yy’da embriyolojinin mekanistik teorisine göre basitçe meşe ağacı meşe palamudunun içindeydi: her palamudun içinde meşe ağacı büyüyeceği zaman patlayan, açılan minik bir meşe ağacı bulunmaktaydı. Bu teori geniş çağlı olarak kabul görmüştü ve mekanistik yaklaşımla o zaman en tutarlı olanıydı.  Bununla beraber görüşe karşı çıkanlar eğer meşe ağacı patlayıp açılmışsa ve o meşe ağacı da meşe palamudu üretmişse, o zaman patlayıp açılabilen meşe ağacı, patlayıp açılabilen meşe palamutları içerecek,  ancak o palamutlar da patlayıp açılabilen meşe ağaçları içereceğinden sonsuza kadar giden bir kısır döngü oluşacaktır iddiasında bulunmuştur.

Öteki yandan eğer az olan “form”dan daha fazla “form” ortaya çıkıyorsa (teknik ismi – epigenesis) o zaman daha fazla form nereden gelmektedir? Nasıl olur da daha önce ortada olmayan yapılar ortaya çıkabilir? Platoncu ya da Aristocuların bu soruyla ilgili herhangi bir problemleri yoktu. Platonculara göre form Platonik prototipten gelmektedir: eğer bir meşe ağacı varsa o zaman meşe ağacının bir prototip formu vardır ve bütün gerçek meşe ağaçları bu prototipin yansımalarıdır. Bu prototip uzay ve zamanın ötesinde olduğundan, meşe palamudunun fiziksel formunun içinde hapsolmuş olmasına gerek yoktur. Aristocular ise her türün kendi çeşidi için bir ruhu olduğunu ve bu ruhun da bedenin formu olduğunu söylemişlerdir.  Beden ruhun içindedir, ruh bedenin değil. Ruh, bedensel formdur ve bedenin çevresinde olup gelişme amacındadır. Meşe ağacı ruhu zaten nihai meşe ağacını içermektedir.

DNA Genetik Program mıdır?
Mekanistik dünya görüşü iste üstte bahsedilen form biçimlerini reddeder; ruhun varlığını ve maddesel olmayan organizasyon prensiplerini kabul etmez. Bu sebeple mekanistik görüşçülerin de bir çeşit önoluşçuluk teorisi olması gerekiyordu. 19ncu yüzyılın sonlarında Alman biyologu August Wiesmann’ın germ-plasm teorisi önoluşçuluk fikrini tekrar canlandırdı; Weissman’ın teorisi embriyonun içinde organizmaya hayat veren faktörler bulunduğunu iddia ediyordu. Bu günümüzdeki “genetik program” fikrinin atasıdır.

Göreceğimiz üzere, bu model çok da iyi çalışmamaktadır. Genetik programın genetik kimyasal olan DNA ile aynı olduğu kabul edilmektedir. Genetik bilgi DNA’da kodlanmış ve bu kod da genetik programı oluşturmuştur. Fakat böyle bir yargıya sıçramak DNA’ya aslında taşımadığı bazı özellikleri atfetmekle mümkündür. Biliyoruz ki DNA proteinleri kodlamakta; proteileri oluşturan amino asit dizilimlerini kodlamaktadır. Ancak bir proteinin yapısını –bir organizmanın kimyasal bileşenini-  kodlamak ile tüm organizmanın gelişimini programlamak arasında fark vardır. Bu tuğla yapmak ile bu tuğlalardan ev yapmak arasındaki farktır. Evi yapmak için tuğlalara ihtiyacınız vardır. Eğer çürük tuğlalarınız var ise ev de çürük olur. Ancak evin planı tuğlada saklı değildir, ya da kablolarda, çimentoda, demirde.

Benzer şekilde DNA sadece bedeni yapan maddeleri; enzimleri, yapısal proteinleri vs. kodlar. Planı, formu, bedenin morfolojisini kodladığına dair bir kanıt yoktur. Bunu daha net görebilmek için kol ve bacaklarınızı düşünün. Kol ve bacakların formu farklıdır; aşikârdır ki ikisi de farklı bir şekle sahiptir. Ancak kol ve bacaklardaki kimyasallar aynıdır. Kasları aynıdır, sinir hücreleri aynıdır, deri hücreleri aynıdır ve kol ve bacak hücrelerinin hepsindeki DNA’da aynıdır. Aslında bedenin tüm hücrelerindeki DNA aynıdır. DNA tek başına form içindeki farkı açıklayamaz; formu açıklamak için başka bir şey gereklidir.

Günümüzdeki mekanistik biyolojiye göre bu “henüz tam olarak anlaşılamamış karmaşık fizyo-kimyasal etkileşim biçimleri”nden kaynaklanmaktadır.  Yani günümüzdeki mekanistik teori bir açıklama değil ama sadece bir açıklama olacağının vaadidir...

 Morfik Alanlar
Biyilojik gelişme aslında oldukça açık ve biyolojinin kendi içinde de oldukça tartışmalı olan bir konudur. Mekanistik/indirgeyici yaklaşıma bir alternatif 1920li yıllardan beri ortada olan morfogenetik(form-şekillendiren) alanlardır. Bu modelde büyüyen organizmalar içlerindeki ve çevrelerindeki alanlar tarafından şekillendirilirler; bu alanlar organizmanın formunu barındırır. Bu Aristocu yaklaşıma başka hiçbir eski yaklaşıma olmadığı kadar yakındır. Meşe ağacı büyüdükçe meşe palamudu ağaç ile eşleşir, görünmeyen bir yapı ağacın gelişimini organize eder; bu içinde ağacın geliştiği bir nevi meşe ağacı kalıbı gibidir.

Bu teorinin gelişimine olanak veren bir gerçek organizmaların hasarları tamir edebilme yeteneğidir. Bir meşe ağacını ufacık parçalara ayırsanız bile, her küçük parça uygun şartlar altında yeni bir ağaç haline gelebilir. Makineler bunu yapamaz; parçalarını ayırdığınızda bütün kalabilme güçleri yoktur. Bütün bir bilgisayarı doğrayın ve tek elde edeceğiniz parçalanmış bir bilgisayar olur. Pek çok sayıda bilgisayar oluşturamaz bu parçalar. Ama küçük bir solucanı parçalarına ayırırsanız, her parçadan yeni bir solucan oluşur. Diğer benzer bir örnek mıknatıstır. Eğer bir mıknatısı küçük parçalara ayırırsanız her biri tam bir manyetik alana sahip pek çok mıknatıs elde edersiniz. Bu mekanik sistemlerin bir alan ile ilişkilendirilmedikçe sahip olamayacağı bütünsel bir özelliktir...

Her türün kendi alanı ve her organizma içinde de alan içinde alanlar vardır. Her birimizin içinde bütün vücudumuzun alanı; kollar ve bacaklarımızın alanları, böbrek ve ciğerlerimizin alanları; bu organların içindeki farklı dokuların alanları, sonrasında hücreler için alanlar, hücre içi yapılar için alanlar ve moleküller için alanlar vs. Alan içinde alanlar serisi vardır yani. Benim teklif ettiğim hipotez ise zaten biyoloji içinde genel kabul görmüş bu alanların, benzer türdeki önceki formlardan türemiş bir çeşit iç hafızası olduğudur. Bir akciğer alanı önceki akciğer formları tarafından şekillendirilmiştir ve bir meşe ağacı alanı da önceki meşe ağacı form ve organizasyonlarından. Alanlar arasında morfik rezonans denilen bir süreç aracılığı ile benzerlerin birbirleri üzerine etkidiği bir bağ vardır. Bu alanların yapısının geçmişte o türe ne olduğu ile ilgili kümulatif bir hafızası olduğu anlamına gelir. Bu fikir sadece yaşayan organizmalar için değil, aynı zamanda protein molekülleri, kristaller, hatta atomlar için de geçerlidir...
...

Sakallı Göçebe Kimyacılar
Eğer yepyeni bir bileşik yapar ve bunu kristalize ederseniz,  ilk sefer için onun bir morfik alanı olmayacaktır. Bu sebeple onu kristalize etmek çok zor olabilir; morfik alan oluşana kadar beklemek zordunda kalabilirsiniz. Ama ikinci seferde, bunu dünyanın herhangi bir başka bölgesinde yapsanız dahi ilk kristalizeleşmenin etkisi ile biraz daha kolay kristalize olacaktır. Üçüncü seferde, bir ve ikincinin etkisi hissedilecektir ve böyle devam eder bu. Önceki kristalleşmelerin bir kümülatif etkisi olacak, bu sebeple siz kristalize ettikçe süreç kolaylaşacaktır. Ve aslında gerçekte olan da budur. Sentetik kimyacılar yeni bileşiklerin kristalizasyon sürecinin çok zor olduğunu bilirler.  Ancak zaman geçtikçe dünya üzerinde daha kolay kristalizasyon gerçekleşir. Bu durumla ilgili genel açıklama seyahat eden kimyacıların sakallarında kristal parçacıklarının laboratuardan laboratuara taşındığı, böylece sürecin kolaylaştığıdır. Seyahat eden kimyacı olmadığında ise atmosferde mikroskobik toz zerrecikleri şeklinde parçacıkların taşındığıdır.

...

Morfik alan teorisine durum bazlı kanıt oluşturan, hayvanlarda ve kuşlarda yeni alışkanlıkların hızla yayıldığını gösteren başka örnekler de vardır.  Bunların kayda girmiş en iyi örneği “bluetit” adı verilen, İngiltere’de yaygın olan mavi kafalı küçük bir kuş türünün davranışlarıdır. İngiltere’de halâ her sabah taze süt dağıtılır. 1950li yıllara kadar süt şişelerinin kapakları kartondandı. 1921 yılında Southampton’da garip bir olay gerçekleşti. İnsanlar süt şişelerini almak için kapılarına çıktıklarında şişenin çevresine parçalanmış karton parçaları vardı ve süt şişesinin üstündeki kaymak yok olmuştu. İnceleme sonucunda bunun şişenin üzerine çıkıp, gagasıyla kartonu delen ve kaymağı içen “bluetit” ler tarafından yapıldığı anlaşıldı. Hatta kafasını şişeye batırınca boğulmuş olan “bluetit”ler dahi bulundu.

Bu olay oldukça dikkat çekti; sonrasında olay İngiltere’de 50 mil uzaklıktaki başka bir bölgede ve sonrasında 100 mil uzaklıktaki diğer bir bölgede ortaya çıktı. “Bluetit” olayı ne zaman ortaya çıksa, çıktığı yerde muhtemelen taklit yoluyla yayılmaya başladı. Ancak “bluetit”ler çok evcil yaratıklar olup normalde 4 ya da 5 milde daha fazla seyahat etmezler. Bu sebeple olayın uzun mesafelere yayılması ancak bu alışkanlığın bağımsız olarak keşfedilmesi ile açıklanabilir. Bu bluetit alışkanlığı 1947 ye kadar ki o zaman neredeyse tüm dünyada görülmekteydi- İngiltere’de takip edildi.  Bu konuda çalışma yapanlar olayın en az 50 kez bağımsız olarak keşfedildiği sonucuna vardılar. Dahası alışkanlığın yayılması zaman geçtikçe hızlandı. Avrupa’nın İskandinavya ya da Hollanda gibi sütün kapılara dağıtıldığı diğer bazı bölgelerinde de olay 1930 larda görünmeye başladı ve benzer bir şekilde hızla yayıldı. Bu morfik rezonans için zamanla hızlanan ve yayılan bir davranış biçimine örnek oluşturabilecek bir olaydır.

Ancak morfik rezonans için bu olayda daha güçlü kanıtlar da var.  Hollanda’nın Almanya tarafından işgal edilmesinden dolayı 1939-1940lı yıllarda süt dağıtımı durdu. 1948e kadar da başlamadı. Bluetit’ler genellikle 2 ya da 3 yıl yaşayabildiklerinden 1948 itibariyle süt dağıtılan dönemden sağ kalmış hiçbir “bluetit” yoktu muhtemelen.  Ancak 1948’de süt dağıtımının yeniden başlaması ile süt şişelerinin “bluetit”ler tarafından açılması olayı Hollanda’nın oldukça farklı bölgelerinde başladı ve 1-2 sene içerisinde global düzeye çıkana kadar çok hızlı olarak yayıldı. Bu ikinci seferde olay hem çok daha hızlı yayıldı hem de bağımsız olarak ortaya çıkış frekansı arttı. Bu örnek muhtemelen genetik olmayan ama morfik rezonanstan kaynaklı kollektif hafızaya bağlı yeni bir alışkanlığın evrimsel yayılışına bir örnektir.

Ben kalıtsallığın sadece organizmaların doğru kimyasal bloklar-proteinler üretmesini sağlayan DNA’ya değil aynı zamanda morfik rezonansa da dayandığını söylüyorum. Kalıtsallığın bu sebeple iki cephesi vardır: bir tanesi genetik kalıtsallık ki bu DNA’nın protein sentez kontrolü yoluyla proteinlerin kalıtsallığını sağlar-; ikincisi ise morfik alanlara ve morfik rezonansa dayalı, genetik olmayan ve türün geçmiş üyelerinden miras kalan ‘form’ ile ilgili kalıtsallık. Kalıtsallığın bu ikinci şekli form ve davranışın organizasyonu ile ilgilidir.

Televizyon Benzetmesi
Kalıtsallığın bu iki formu arasındaki farklar ve bağlantılar bir televizyon örneği ile daha iyi anlaşılabilir. Ekrandaki görüntüleri ilgilenmekte olduğumuz formlar olarak düşünün. Eğer ekrandaki formun nasıl ortaya çıktığını bilmiyor olsaydınız en iyi açıklamanız televizyonun içinde küçük insanlar olduğu ve ekranda da onların gölgelerini görüyor olduğunuz olurdu. Çocuklar bazen bu şekilde düşünür. Ancak televizyonun arkasını çevirip içine bakarsanız hiç insan olmadığını görürsünüz. O zaman belki biraz daha ince düşünmeye başlar ve içerideki küçük insanların aslında mikroskobik oldukları ve aslında televizyonun içindeki kablolarda olduklarını iddia edebilirsiniz. Ama mikroskopla dahi bakacak olsanız yine hiç küçük insan bulamazsınız.
Yine de daha da ince düşünerek ekrandaki küçük insanların “televizyonun farklı bölgelerinin karmaşık ama henüz anlaşılamamış etkileşimleri”nden kaynaklandığını önerebilirsiniz. TV’nin içinden birkaç tranzistör çıkararak bu teorinin ispatlandığını da düşünebilirsiniz. İnsanlar yok olacaktır. Tranzistörleri geri koyduğunuzda tekrar ortaya çıkacaklardır. Bu insanların tamam içsel bir etkileşimden dolayı ortaya çıktıklarına dair ikna edici bir kanıt gibi de görünebilir.
Düşünün ki birisi küçük insan görüntülerinin TV’nin dışından geldiğini, TV’nin bu görüntüleri ayarlı olduğu frekanstaki görünmeyen vibrasyonlar sonucunda algıladığını iddia etti. Muhtemelen bu çok mistik ve metafizik gibi kulağa gelecektir.  TV’ye dışarıdan herhangi birşeyin geldiğini reddedebilirsiniz.  Hatta tv kapalı ve açıkken ağırlığını tartarak “ispatlayabilirsiniz”; ağırlık eşit çıkacaktır. Dolayısıyla tv’ye dışarıdan hiçbir şey gelmediği sonucuna varabilirsiniz.

Bence bu üstteki anlatım herşeyi içeride olanlar ile açıklamaya çalışan modern biyolojinin durumudur.  “Form” için içeride bir açıklama arandıkça, açıklamalar daha güvenilmez olmakta ve giderek daha karmaşık ve ince etkileşimlere bel bağlanmaktadır. Ben önermekteyim ki formlar ve davranış biçimleri, organizma dışında varolan görünmez bağlar aracılığıyla aktarılmaktadır. Bir “form”un gelişimi hem organizmanın içsel organizasyonunun hem de ayarlandığı morfik alanlarla olan etkileşiminin sonucudur.
...
Zihnin Gizemi
Hepimiz anıların beyinde depolandığı fikriyle yetiştirildik; beyin kelimesini hafıza ya da zihin kelimeleri ile eş anlamlı olarak kullanmaktayız mesela. Ben ise beynin bir hafıza depolama aracından ziyade bir frekans alıcı sistemine daha çok benzediği iddiasındayım.  Hafızanın beyinde yer aldığı görüşünün ana kaynaklarından birisi bir takım beyin hasarlarının hafıza kaybına yol açabildiği gerçeğidir. Eğer beyin bir trafik kazasında hasarlanmışsa ve hafıza kaybı meydana gelmişse, en bariz çıkarım hafıza dokusunun zarar gördüğüdür. Ancak ille de böyledir diyemeyiz.

Yeniden TV örneğini düşünün. Eğer TV’nizi bozsam ve bu yüzden siz bazı kanalları izleyemiyor olsanız ya da belli bir kısmını yokedip sadece görüntü olsa ama ses olmasa bu görüntü ve seslerin TV’nizde depolandığı anlamına gelmez. Bu sadece TV’nizin alıcısını etkilediğimi böylelikle doğru sinyalleri artık cihazın alamadığını gösterir. Tıpkı beyin hasarına bağlı hafıza kaybının, hafızanın beyinde depolandığını göstermeyeceği gibi. İşin aslı pek çok hafıza kaybı vakası geçicidir: sarsıntıya bağlı amnesia örneğin sıklıkla geçicidir. Hafızanın geri gelmesi geleneksel teorilerle pek de açıklanamaz: eğer anılar hafıza dokusu zarar gördüğü için yok olduysa, geri gelmeleri beklenmez; ancak sıklıkla gelirler.
...
  
>>>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder