28 Mart 2016 Pazartesi

Aydınlanma Yolunda Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Incognito - David Eagleman (Beynin hayret verici hikâyesi)

Din Bu 1 - Turan Dursun (Dinlerden özgürleşmeye açılan kapı)

Olanaksızın Fiziği - Michio Kaku (İnsanoğlu evrende nelere kadir?)

Ubik - Philip K. Dick (Gnostik temayı sürükleyici bir şekilde veren kurgu bir roman)

Yeryüzündeki En Büyük Gösteri - Richard Dawkins (Hala evrime ikna olmadınız mı?)

Yanlış Cumhuriyet - Sevan Nişanyan (Hiç kimse putlaştırılmamalı, tarih dahi nedensellikten bağımsız değil) 

Bir Genç İşadamına - Emre Yılmaz (Bu sistem sizi mutlu ediyor mu?)

Şeytanın Fısıldadıkları - Emre Yılmaz (Bir dehâdan felsefi tespitler)

Marksisizm Nedir? - Emile Burns (Sadece 120 sayfalık bir cep kitabı)

Tanrı Matematikçi mi? - Mario Livio (Bu konu üzerine yazılmış en iyilerden...)

Kâzım Karabekir Anlatıyor - Uğur Mumcu (Çok başarılı bir araştırma)

Nietsche Ağladığında - Irwin D. Yalom (Bir başyapıt)
 




Kıssadan Hisse



Laplace'ın(1749-1827) Cevabı

Laplace Göklerin Mekaniği adlı eserini Napolyon Bonapart'a sunduğunda, koca kitapta Tanrı'dan tek satır bahsedilmediğini duymuş olan Bonapart şöyle demiş: "Bay Laplace, evrenin sistemini anlattığınız bu devasa kitapta, onun yaratıcısından tek satır bahsetmediğiniz söyleniyor". Laplace hemen cevap vermiş: "Böyle bir varsayımda bulunmaya gerek görmedim."

Napolyon bu cevabı komik bulmuş olacak ki, daha sonradan matematikçi Joseph-Louis Lagrange'a bundan bahsettiğinde, Lagrange hemen itiraz etmiş: "Ah! Ama bu çok güzel bir varsayımdır, ve pek çok şeyi açıklar." Elbette hikaye burada bitmiyor. Lagrange'ın tepkisini duyan Laplace, alaycı bir yorumla hemen karşılık vermiş: "Evet bu varsayım herşeyi açıklar, ama hiçbir konuda tahmin yapmaya izin vermez. Oysa bir bilim insanı olarak benim görevim, tahmine müsait konularda çalışmaktır."


Galileo'nun Akıbeti

Galileo'ya göre, Tanrı tabiatı tasarlarken matematik dilini kullanmıştı. Katolik Kilisesi'ne göre ise, Tanrı İncil'in yazarıydı! O halde matematik temelli açıklamalar kutsal kitapla çelişebilir miydi? 1546 yılında Trent Konseyi'ndeki din adamları bu soruyu gayet net şekilde açıklamıştı: "Hiç kimse Kitabı Mukaddes'in içeriğini kendi hükümleri doğrultusunda, başına buyruk fikirlerle çarpıtamaz. Kutsal ayetlerin gerçek anlamını yorumlama hakkı sadece ve sadece kutsal Kilise'ye aittir ve onun getirdiği yorumdan farklı bir yorum getirilemez" Dolayısıyla, 1616'da Kopernik'in Güneş-merkezli modeli hakkındaki fikirleri sorulan din adamları şu yanıtı vermişti: "Birçok yönden Kutsal Kitap'la bariz şekilde ters düştüğü için, bu aleni bir başkaldırıdır." 

...1613 yıllarının sonlarına doğru, Galileo'nun eski öğrencisi Benedetto Castelli, Toscana grandükü ve maiyetindekilere yeni astronomi buluşlarıyla ilgili bir sunum yapmıştı. Tahmin edersiniz ki bu sunum sırasında, Kopernik modeliyle İncil arasındaki çelişkinin açıklanması da istenmişti. Özellikle de Yeşu ve İsrailoğullarının Ayalon Vadisi'nde Amorlulara karşı zafer kazanması için Tanrı'nın Güneş'le Ay'a durmasını emrettiği bölüm, Galileo'nun anlattıklarına ters düşüyordu! Castelli, Kopernik modelini savunma konusunda her ne kadar aslanlar gibi mücadele ettiğini söylese de, Galileo bu itirazlardan rahatsız olmuştu. Ve bilimle Kutsal Kitap arasındaki çelişki hakkında kendi görüşlerini ifade etme ihtiyacı hissetmişti. 21 Aralık 1613'te Castelli'ye yazdığı uzun mektupta şöyle diyordu Galileo:

"Kutsal Kitap, çoğunluğun idrak kabiliyetine hitap edebilmek amacıyla birçok şeyi olması gerekenden farklı şekilde anlatmıştır. Halbuki tabiat eğilip bükülmez, kişiden kişiye değişmez, değiştirilemez. Acaba insan zekası onun sebeplerini ve işleyişini anlayabilir mi diye umursamaz. Ve asla kendine özgü kanunlardan ödün vermez. Dolayısıyla, tabiatın gözlerimizin önünde vuku bulan hiçbir unsuru ya da ispatla ulaşılan hiçbir sonucu, yoruma açık binlerce sözcük içeren Kutsal Kitap tarafından şüpheli ilan edilemez. Çünkü Kutsal Kitap'taki ayetlerin aksine, tabiattaki her olgu yadsınamayacak kadar kati kanunların hükmü altındadır."

Böylece Kilise ve Galileo arasında kavga giderek büyür. Ancak Galileo Kilise'nin tepkisine rağmen fikirlerinden vazgeçmez

... Bu tartışmalı kitap, Galileo'nun Kopernikçi görüşlerine yer verdiği en detaylı eseriydi. Üstelik Galileo, mekanik denge ve matematiğin dilini kullanarak bilimin peşinden giden insanoğlunun ilahi aklı da anlayabileceğini iddia ediyordu. Kilise'nin buna verdiği tepki hızlı ve sert oldu! Ve kitap yayımlandığı senenin ağustos ayı gelmeden yasaklandı. Ertesi ay, Galileo kendini savunması için Roma'ya çağrıldı. 12 Nisan 1633'te mahkeme karşısına çıkan Galileo, 22 Haziran 1633'te "kutsal ve ilahi kitaba ters düşen yanlış bir öğretiyi savunmakla - yani Güneş'in merkezde olduğunu ve doğudan batıya hareket etmediğini; Dünya'nın ise hareket ettiğini ve merkezde olmadığını" iddia etmekle suçlanmıştı. Verilen ceza ağırdı:

"Kutsal Papalık'ın huzurunda seni ömür boyu ev hapsine mahkum ediyor ve günahının kefareti olarak üç yıl boyunca haftada bir kere yedi tövbe ilahisi okumana hükmediyoruz. Yukarıda bahsi geçen ceza ve kefaretlerin bütünüyle ya da kısmen hafifletilmesi, kaldırılması, ya da ağırlaştırılması na yönelik her türlü insiyatif sadece Kutsal Kilisemize aittir"

Yetmiş yaşındaki Galileo yıkılmıştı ve bu baskıya daha fazla dayanamadı. Umutsuzluk içinde yazdığı pişmanlık dilekçesinde, "Güneşin merkezde olduğunu ve hareket etmediğini, Dünya'nın ise merkezde olmadığını ve hareket halinde olduğunu iddia eden hatalı fikrimden tamamen vazgeçiyorum" diye yazmış ve şöyle devam etmişti:

"Siz muhterem kardinaller ve inançlı tüm Hristiyanların hakkımdaki haklı şüphelerini gidermek için, geçmişteki tüm yanlış ve aykırı düşüncelerimden ötürü kendimi lanetliyor, bundan böyle kutsal öğretiye aykırı hiçbir fikir taşımayacağıma dair huzurlarınızda diz çöküp önümdekeki Kutsal Kitap'a el basarak tüm kalbimle yemin ediyorum. Kutsal Kilise tarafından verilen hukuk, hüküm çevresinde, söz konusu yanlış doktirini, her ne suretle olursa olsun, yazılı ya da sözlü olarak savunmayacağıma, benimsemeyeceğime ve öğretmeyeceğime, şahsımla ilgili benzer şüphelere yol açabilecek hiçbir iddiada bulunmayacağıma yemin ediyorum"


Evrime İnanamayan Kadına Profesörün Cevabı
Yeni Darwinciliğin önde gelen üç mimarından biri olmanın yanısıra pek çok başka işler yapan, zehir gibi deha olan J.B.S Haldane'ye bir defasında, halka açık bir konuşmasından sonra bir hanımefendi tarafından meydan okunmuştu. Diyalog şöyle idi:

Evrimden kuşkulu kimse: Profesör Haldane, evrim için mevcut bulunduğunu söylediğiniz milyarlarca yıla rağmen, tek bir hücrenin, kemikleri ve kasları ve sinirleri, onlarca yıl durmadan kan pompalayan bir kalbi, kilometrelerce ve kilometrelerce kan damarını ve böbrek tüpünü ve düşünme, konuşma, hissetme yetisine sahip bir beyni oluşturacak şekilde bir araya gelmiş trilyonlarca hücreye sahip karmaşık insan vücuduna dönüşmüş olacağına inanamıyorum, elimde değil.

JBS: Ama hanımefendi, siz kendiniz bunu başardınız. Ve bunu yapmak yalnızca dokuz ayınızı aldı.




Milliyetçilik - Türkiye'nin Çıkmazı

"Bir milletin kimliğiyle boyunduruk altında tutulduğu koşullarda, kendi kaderine sahip çıkma, kendini bir ulus olarak var etme çabası anlamında milliyetçilik, yani ezilen ulusun milliyetçiliği ilericidir. Bu uğurda mücadele özgürlük mücadelesidir ve haktır. Buna karşılık böylesi dışsal bir tahakküm veya kimliksel mağduriyet karşısında olmayan, egemen, hele ki dışsal tahakküm arayışları sergileyen bir milliyetçilik, gericiliktir. Çoğu zaman sanılanın aksine milli baskının aşıldığı koşullarda milliyetçilik, ülkesini sevmek değil, toplumun çoğunluğunun egemene karşı kendi demokratik haklarını savunmaktan feragat etmesi, egemen güçlere boyun eğmesi anlamına gelir."


Milliyetçilik - Yurtseverlik farkı:
..Oysa insanlık bilinci adına sahiplenilmesi gereken şey, toplumun ve ülkenin sevilmesidir. Yurtseverlik, onun genişletilmesi değil, dışsal müdahelelere karşı korunması; yağmalanmasına, kirletilmesine, çoraklaştırılmasına karşı çıkılmasıdır. Üstünde yaşayan topluma insan hak ve özgürlüklerine uygun adil bir düzen sunulmasıdır. Bu vesileyle kafalarımızı karman çorman eden hamaset söyleminden ayrımla özellikle anımsatılmalı ki, bir toprağı "vatan"(yurt) yapan ölçüt, üstünde yaşayan vatandaşın(yurttaşın) hak ve özgürlükleridir. İnsanların hak ve özgürlükleriyle yaşamadığı topraklar ise egemenin "mülkü" olmuştur her zaman.



Türkler üstün ırk mı?
Bilimslel açıdan hiçbir ulusun diğerinden karakteristik ve süreğen bir üstünlüğü yoktur; sadece tarihten, coğrafyadan, ekonomisi, kültürü, demografisinden gelip biriken avantajlarından ve dezavantajlarından söz edilebilir. Kaldı ki insanlığa yol açıcı katkılar geliştirmek anlamında Türklüğün sunduğu çok özel avantajlardan, ne yazık ki söz edilemez. Bundandır ki Türkçülerin, ön plana çıkardığı şey fetihçilik olmaktadır. Bunun ise günümüz koşullarında bir insanlık suçu olduğu açıktır. İnsanlık ahlakı ve hukukunun ulaştığı bu aşamada fetihçilik üzerinden ulusal övünç geliştiren bir ideolojinin, başta barış ve halkların eşit haklılığı gibi basit insanlık değerleri karşısında ilkelliği ve hak ihlalciliğini temsil ettiği ortadır.


Milliyetçliğe neden ihtiyaç duyarız?
Bireysel olarak geleneksel insanın, modern koşullarda kendini başkalarına karşı anlamlandırabilmesinin ifadesi olarak karşımıza çıkmaktadır milliyetçilik. Bu gereksinimin daha geri koşullardaki ifadesi ise dindir. Oysa hangi mekanda doğduğumuza bağlı olarak tesadüfen edindiğimiz bu aidiyetlerin, başka milletler ve başka dinlerden insanlar üzerinde bir üstünlük nedeni olamayacağı açıktır. Ne ki içine doğduğumuz mekana egemen değerlerin, oradaki egemenlik ilişkilerini sürdürmek üzere bize de aşılanması, onlarla övünmeye koşullanmamız durumu karşısında kalırız. Akıl ve erdem ise, tam da bu geleneği sorgulayabilme yeteneği gösterdiğimiz noktada belirginleşir.Sol milliyetçilere:Bu noktada, açık bir çifte standartla karşı karşıyayız. Herkes işine gelen kutsalları halk avcılığı için sonuna kadar kullanmakta, gerçekte kendisiyle aynı şeyi yapan diğer rakibini, salt araçlardaki farklılıktan hareketle "istismarcılıkla" suçlamaktadır. Oysa hiçbir akli çaba gerektirmeyen, doğuştan içine düştüğümüz bu dinsel veya ulusal kimlikleri başkalarına karşı üstünlük kurmak, başkalarını köşeye sıkıştırmak için kullanmanın tüm biçimleri aynı oranda istismardır. Bu yolla yapılan şey hem siyasal alanın hem de toplumun zehirlenmesi, çağdaş demokratik standartlara yabancılaştırılmasıdır.


PKK ?
Burada özellikle anımsanmalı ki, bu tahrip edici savaşta, neden sonuç ilişkisi içinde aslolan Kürdistan İşçi Partisi(PKK)nın varlığı değil, Kürtlere varlıklarının inkârını sindirme ya da bu inkâra baş kaldırma dışında seçenek bırakmayan Türk milliyetçiliğidir. Dolayısıyla demokrasi perspektifi içinde tartışacağımız şey, savaşa neden olan inkârcı politikaların sona erdirilmesi ve Kürtlerin de kimliklerinden kaynaklı haklarının tanınmasıdır. Kürt hareketinin eleştirilmesi gereken yanı ise, Mavi Çarşı vb. örneklerde gördüğümüz gibi, meşruiyet sınırları dışına düşüp terör anlamı kazanan eylemleridir.


Toplum üzerindeki milliyetçilik manipulasyonu
Toplum tam anlamıyla bir manipulasyon cenderesinde yaşatılmaktadır. "İç ve dış düşmanlarımız hep pusudadırlar", "bütün komşularımız bize düşmandır" nedense; Avrupa ise, dünyadaki en köklü işbirlikçisine karşı hep "Sevr'i canlandırmak" niyetindedir, dolayısıyla "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur". Ancak bu "Türk"de, "iç düşman" addedilenlerden ayrımla, "sınıfsız" ve devletin güdümünde olan Türklerden ibarettir.

Böyles, yoğun bir kuşatma, bir türlü içinden çıkılamayan krizin gelişimine bağlı aldığı biçim ve sunduğu olanaklara bağlı olarak, kâh darbe, kâh iç savaş, kâh şeriatçılık olarak sürekliolağanüstü bir hayata mahkum olmamıza neden olmaktadır. İşte bu bağlamda toplum Kürt sorununa karşı tahkimatla milliyetçi bir paranoya içine sokulmuş bulunmaktadır.


Cumhuriyet sonrası milliyetçilik ve sol görüş:
...Öyle ki Milli Mücadele içinde oluşup güçlenecek olan sol harekete, üstelik paha biçilmez askeri ve diplomatik desteğiyle tek müttefik Sovyetler Birliği olmasına karşın yaşam hakkı verilmeyecekti.

Bu tahammülsüzlüğün en çarpıcı örneği; Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın başına gelenlerdir. 7 Aralık 1920'de Tokat mebusu Nazım bey(Resmor) liderliğinde .... kurulan ve geleceğin Türkiye'si için anti kapitalist bir kalkınma modeli savunacak olan parti, kısa zamanda büyük bir etkinlik düzeyine ulaşacaktır.Öyle ki Nazım bey, boşalan İçişleri Bakanlığı için Meclis'te adaylığını ilan ettiğinde büyük bir destekle karşılanacak ve bizzat Mustafa Kemal'in yinelenen engellemelerine, suçlamalarına ve karşısına Refet bey'i çıkarmasına karşın, 4 Eylül 1920'de 89 oya karşı 98 oyla bakan seçilecekti.


Ancak yönetimi solla paylaşmak istemeyen Mustafa Kemal, Meclis'in açık iradesine rağmen bu seçimi tanımayacak, Nazım bey'e randevu vermeyecek, üzerinde etkili olan Çerkez Ethem'i devreye sokarak istifa etmesi yönünde baskı siyaseti izleyecek ve nihayet onun aracılığı ile Nazım beyin içişleri bakanlığından istifasını sağlayacaktı. Daha sonra Nutuk'da "memleketin büyük yararı", "milliyetçiliğe aykırı", "casusluk", "gayri ciddi", "paralı uşak" gibi bir dizi spekülatif ve hukuki değer taşımayan suçlamayı takiben, "buna asla razı olamazdım. Onun için İçişleri Bakanı Nazım beyi kabul etmedim ve istifaya mecbur ettim" diyecekti.

Solun bu güçlenme eğilimi üzerine Mustafa Kemal, hemen bu istifanın ardından 18 Ekim 1929'de sahte bir Komunist Parti kurduracaktır. Aynı sırada Çerkez Ethem'e yönelik başlatılan boyun eğdirme kampanyası eşliğinde THİF büyük bir baskı altına alınacak, Emek ve İkaz adlı yayın organları kapatılacaktır. Sola yönelik saldırı bununla sınırlı kalmayacak, Milli Mücadeleye katılmak üzere Sovyetler Birliği'nden gelen Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, 28 Ocak 1921'de Trabzon'da boğularak öldürülecektir.

...

Bu dönemde "bireysel hak ve özgürlüklerin durumu, özellikle kişi özgürlüğü ve güvenliği açısından olumsuzluklarla doludur. Sıkıyönetim uygulamaları, İstiklal Mahkemelerince verilen bazı tutuklama ve tutuklama ve mahkumiyet kararları, bunun başlıca nedenleri arasındadır. Zorunlu yerleştirme(iskân) yasaları, köylü üzerindeki baskı ve angaryalar bireysel hak ve özgürlükleri örselemiştir. TCK ve Hiyane-i Vataniye Kanunu ile gelen "düşünce suçları" da unutulmamalıdır. Bu çerçevede Nazım Hikmetlerden, Orhan Kemallere adeta uzun hapislerden geçmeyen tek bir muhalif aydın bırakılmayacaktı Türkiye'de.


... Kimliksel düzlemde Kürdün, Alevi'nin, Gayrimüslimin ve sınıfsal düzlemde bütün kimliklerden emekçi ve köylülerin haklarının inkârı üzerinden kurumsallaşan bir Cumhuriyet, içerdiği kimi devrimci öğelere rağmen bir diktatörlük olarak kurumsallaşacaktı.

Toparlarsak; herkesin Türk ve Sünni/Hanefi olmadığı bir coğrafyada herkesi bu kimliklerle tektipleştirmenin, emeğin haklarını ve siyasetini yasaklamanın kaçınılmaz sonucu, Cumhuriyet'in demokratikleşebilmesinin, tebaanın yurttaşlaşabilmesinin imkansızlaşmasıdır. 

Cumhuriyet'in kuruluşu ve kendisini tahkim etmesi döneminde, hilafetçi ve Cumhuriyet karşıtı örgütlenme ve potansiyellerin ezilmesi doğaldı. Ancak bunun ardından, laik bir denetimle dinsel alanın inananlara bırakılması ve tüm inançlar karşısında mesafeli durmak gerekirken, tam tersine din alanının bütünüyle yukarıdan ve tektipleştirmeci bir zihniyetle biçimlendirilmesine yönelinmiştir. (Diyanet eliyle Sünni mezhebinin tektipleştirme aracı olarak kullanılması)... Kemalist devletin elinde din, toplumu tektipleştirmek için kullanılan ve biçimlendirilmesine doğrudan müdahele edilen bir araç olacaktır.

Özetle Türk Milliyetçiliği:
Benzeri milliyetçiliklerden daha sorunlu olan Türk Milliyetçiliği, ulusal devletin kuruluşu üzerinden 80 yıla yakın çok uzun bir dönem geçmiş olmasına rağmen, nedenlerinden bağımsız olarak Serv kompleksini aşamamış, Ermeni kırımıyla hesaplaşamamış, bir övünç vesilesi yapılan Lozan Antlaşmasının, başta 38. ve 39. maddeler olmak üzere bazı gereklerini göz ardı etmeye devam etmiş, Yunanlıların veya Arapların Osmanlı'dan kopuşunu içselleştirememiş, halklar hapishanesi Osmanlıcılık'tan kopamamış, kendi ulusallığına hak gördüklerini diğer komşu uluslara hak görmemiştir. Osmanlı İmparatorluğunun kılıç zoruyla elde edilmiş olması bağlamında gayrı meşru egemenliğini kendi meşru egemnliği olarak görmüş, bundan dolayı komşu ulusal devletlerin doğuşunu kendine "ihanet" ve "arkadan hançerleme" olarak nitelemiş, kendine onların hakimi olmayı bir "hak" olarak görmeye devam etmiştir. Tüm bu nedenlerle I. Paylaşım Savaşına yayılmacı zihniyetle katılma biçimini, dolayısıyla o dönemki egemenlerin, yaşanan felaketteki sorumluluğunu yargılamak gereğinden kaçmıştır.

Erdoğan Aydın - 2002

1 Şubat 2015 Pazar

Tartışma Esnasında Düşülen Hatalar

Bir konuyu tartışırken, bir tezi savunurken veyahut da karşıt bir tezi çürütmeye çalışırken hepimizin düştüğü / düşebileceği birtakım hatalar iddiamızın geçerliliğini yitirmesine sebep olabilir. Bunun yanı sıra konuya ve tartışmaya yanlış yaklaşım, haklı bir fikrin objektif değerlendirilmesini engelleyerek o fikirle ilgili yanlış bir kanaate ulaşılmasına yol açabilir. 


Aşağıda bu bağlamda tespit edilmiş tartışma esnasında düşülebilen mantıksal hataları bulabilirsiniz. Bunlar üstte de değindiğim gibi bir fikri ya da tezi değerlendiriken size daha objektif bir yaklaşımı olanaklı kılabilecek yöntemler olarak da görülebilir:

 Ad Hominem : Responding to a statement by a personal attack. It is the attempt to discredit the other persons character so you can avoid responding to their arguments in a logical way Bir görüşe kişisel saldırı ile cevap vermek. Diğer kişinin karakterini değersiz kılarak mantıklı bir şekilde tartışmalarına cevap vermekten kaçınma çabasıdır.

 Appeal to Authority (Otoriteye vurgu) : Sometimes we have to look for answers from an expert. If someone refers to the opinion of an expert it is important to check if a) the person is really an expert and b) if the person is biased e.g. due to financial ties they have regarding the subject. It should always be checked if an appeal to authority can be avoided and if the argument can be resolved on different level of argument Bazen bir cevap için bir uzman arayışına girişebiliriz. Eğer birisi bir uzmanın fikrine referansta bulunuyor ise şunlar kontrol edilmelidir: a) kişi gerçekten uzman mıdır? ve b) kişi taraflımıdır, örneğin konuyla alâkalı finansal bağlarından dolayı. Her zaman otoriteye başvurmadan kaçınabilir mi ve tartışma başka bir şekilde sürdürülebilir mi diye kontrol edilmelidir. 

 Appeal to Belief (İnanca Vurgu): Argumenting that something is true because the majority of the population believes it to be true Popülasyonun çoğunluğu doğru olduğuna inanıyor diye bir şeyin doğru olduğunu iddia etmek

 Appeal to Common Practise (Genel alışkanlıklara vurgu) : Argumenting that a particular action or behaviour is good - e.g. morally correct - just because everybody behaves this way Örneğin herkes öyle davranıyor diye bir davranışın ahlaki olarak doğru olduğunu savunmak.

 Appeal to Emotion (Duygulara vurgu) : Attempt to gain support through emotions rather than the objective substance of the argument.Tartışmanın nesnel konusundan değil de duygulara hitap ederek destek kazanmaya çalışmak

 Appeal to Fear(Korkulara vurgu) : By painting a picture of dire consequences a particular decision might have, any logical argument in favour of this decision can thus be seen as irrelevant Bir kararın sebep olabileceği kötü sonuçlardan bahsederek bu kararın mantıksal olarak tartışılmasının gereksiz olduğunu göstermek

 Appeal to Flattery(Yandaşlığa vurgu) : Person A is flattered by person B. Person B makes a claim, since person A likes person B he accepts this claim without critical examination A kişisi B kişisinin yandaşıdır. B kişisi bir iddia da bulunur, A kişisi B kişisini sevdiğinden ötürü iddiasını eleştirel bir inceleme yapmadan kabul eder.

 Appeal to Novelty (Yeniliğe vurgu) : What is newer must be better (Yeni olan daha iyi olmalıdır)

 Appeal to Popularity : (Popülerliğe vurgu) Since most people approve something, it must be true (Çoğu kişi onayladığı için doğru olmalı)

 Appeal to Ridicule :(Alaya, dalgacılığa vurma) Since a particular topic is ridiculed and laughted at by other people it must be false or unimportant Belli bir konu diğer kişiler tarafından gülünç bulunduğu için yanlış ya da önemsiz olmalı.

 Appeal to Spite :(Aşağılama) If a person can not have or achieve a particular goal he simply looks down on this goal as not being worth achieving anyway Bir kişinin bir amacı başaramayacağını ya da elde edemeyeceğini anlayınca basitçe bu amacı küçümseyip zaten başarmaya değmeyeceği yaklaşımını sergilemesi

 Appeal to Tradition (Geleneğe vurgu): Since a particular behaviour or conclusion has been correct for a long time and has become a tradition, it must also be correct now aswell Belli bir davranış ya da sonuç uzun zamandır doğru olup bir alışkanlık/gelenek haline gelmiş ise, o zaman şu anda da doğru olmalıdır.

 Bandwagon (Çoğunluk Partisi) : A claim is accepted simply because it is considered popular within the adressed group not because it is true Bir iddianın gerçekten doğru olduğu için değil sırf belli bir grup tarafından kanıksanmış olması nedeniyle doğru olarak kabul edilmesi, 

 Begging the Question:(Sorgulamadan Kaçınma) Assuming as true, what in fact needs to be proven first. This is an issue of circular logic. It is commonly used in religion : How can we know, God really exists ? Well because we can read about him in the Bible and the Bible is the unquestionable word of God. Bir şeyin önce ispatlanmadan doğru olarak kabul edilmesi. Bu döngüsel mantığın konusudur. Yaygın olarak dinlerde kullanılır. Tanrı gerçekten var mıdır nasıl bilebiliriz? Çünkü onu İncil’de okuruz ve İncil de Tanrı’nın sözüdür. 

 Biased Sample : (Yanlış örnekleme) For a poll which presumably covers the entire variety of the population actually only people are considered which have a predisposition about the subject Tüm popülasyon çeşitliliğini kapsadığını iddia eden bir anketin aslında sadece konuya yatkınlıkları olanlara yapılması

 Composition (Birleştirme): Since a component consists of A, B and C and A, B and C have a particular trait, also the component must have that same trait Bir parça A, B ve C’den oluşuyorsa ve A, B ve C’nin belli bir özelliği var ise o zaman bu parça da aynı özelliktedir çıkarımı.

 Division (Bölme –İndirgeme?) : Since a component has a particular trait and it consists of A, B and C it can be concluded that A, B and C must have the same trait as the compontent itself Bir parçanın belli bir özelliği var ise ve eğer A,B ve C’den oluşuyor ise o zaman A, B, ve C’de de parçada olan aynı özellikler olmalıdır çıkarımı.

 False causal relationship (Hatalı nedensel ilişki) : Argumenting that a particular event was caused by previous event just because this previous event happened before the actual event. In reality both events might be totally unrelated and the timing sequence was a pure coincidence. Bir olayın daha önceki başka bir olaydan kaynaklandığını, sadece önceki olayın sonuç olaydan önce olmasına bağlamak. Gerçekte her iki olay da tamamen alâkasız olabilir ve zamanlama sadece tesadüf olabilir.

 False Dilemma (Hatalı ikilem) : Presenting only two options as a solution a problem, while not mentioning other possible optionsBir problemin çözümü olarak diğer seçeneklerden hiç bahsetmeyip sadece iki seçenek sunmak. 

 Genetic Fallacy: (Kalıtımsal hata) The dubious origin of a claim discredits the claim itself Bir iddianın şüpheli menşeinin olması o iddiayı geçersiz kılar yaklaşımı.

 Guilt By Association (İlişkilendirerek Suçlama) : By establishing an artificial association between a claim and e.g. a group that is anti-social the claim itself is portrayed as inacceptable Bir iddia ile örneğin anti-sosyal bir grup arasında sanal bir ilişkilendirme yaparak iddianın kendisini kabul edilemez olarak niteleme

 Middle Ground (Ortada Buluşma) : If there are two opposing position on a topic this does not necessarily imply that the "correct" position is in the middle of both extremes Bir konu hakkında birbiri ile çatışan iki taraf var ise bu muhakkak doğru pozisyonun iki ucun ortasında buluşmak olduğu anlamına gelmez.

 Pointing at others (Başkalarını suçlama) : Injecting another party into the argument - another authority higher up in the chain which is outside of your field of influence. By blaiming this higher authority it is no longer necessary to reply with a logical argument Tartışma içerisine etki alanınızın dışındaki yüksek bir 3.tarafı sokmak. Bu yüksek otoriteyi suçlayarak mantıksal tartışmaya cevap vermeyi gereksiz kılmak. 

 Repeating statements to make them appear true : (İddianın doğru görünmesini sağlamak için tekrarlayıp durmak) By repeating a particular statements multiple times within a short period of time, the listener might accept them as true. This is particularly valid for the mass media and news on television Belli başlı argümanları kısa bir zaman diliminde tekrar edip durarak, dinleyenin bunları doğru kabul etmesini sağlamak. Bu özellikle kitle iletişim kanalları ve tv’deki haberler için doğrudur.

 Smoke Screen (Ekranı sislendirmek) : When coming up to a difficult argument, people simply start throwing a long list of other issues into the discussion hoping that the difficult argument is forgotten in the process Zor bir tartışma ile karşılaşınca, zor tartışma mevzusunun unutulmasını umarak tartışmanın içine farklı mevzulardan uzun bir liste sokmaya çalışmak.

 Spotlight (Sahne Işığı) : The fact that a particular subject is repeatedly focused upon by many people does not imply that it really is of any importance Belli bir konunun pek çok insan tarafından gündeme getiriliyor olması o konunun gerçekten önemli olduğu anlamına gelmez.

 Straw Man (Çöp adam) : Taking the position or claim of another person, exaggerating and distorting it and then attacking this distored claim because it is easier to debunk Başka tarafın iddiasını ya da pozisyonunu alıp, iddiayı abartıp eğip bükmek ve sonrasında da eğilip/bükülmüş iddiaya daha kolay çürütülebildiği için saldırmak.

20 Aralık 2014 Cumartesi

Gaia Kuramı

İlk öne sürüldüğünde teolojik çıkarımlara sebep olmakla suçlanmasına rağmen tam olarak çürütülemeyen ancak kuramlıktan teoriliğe yükselecek mertebede bir kanıtı da henüz sunamamış ya da testten geçirmemiş bir kuram Gaia Hipotezi.

1960ların ortalarında James Lovelock tarafından ortay atılan kuram şunu söylüyor: "Dünya gezegeni yaşamını sürdürecek şekilde çalışan tek bir organizma gibi davranmaktadır."

Gaia hipotezinin en ilginç fikri yerküreyi yaşayan bir organizma gibi görmesidir.
Detayında ise yerküreyi oluşturan biyosfer, atmosfer, litosfer ve hidrosferin homoestasis de denilen bir denge içinde olmasıdır.

Kuramın hikayesi şöyledir: NASA'da görevli Lovelock'a Mars'ta daha önce hayat olup olmayacağının belirlenmesi ile ilgili olarak bir takım çalışmasında yer alması istenir. Bu konuda hipotezler geliştirmesi beklenir. Hipotezlerden bir tanesi "ölü" bir gezegenin atmosferinde bulunan gazların kimyasal bir denge içerisinde olmasıdır -neticede mümkün olan tüm kimyasal reaksiyonlar gerçekleşmiş ve atmosferdeki gazlar inert hale gelerek bir dengeye ulaşmış olmalıdır - . Ancak eğer gezegende yaşam ortay açıkmış idiyse atmosferdeki gazlar bir dengede olmayacak ve kimyasal reaksiyonlar aktif olarak gerçekleşiyor olacaktır.

Mars ve Venüsün gaz kompozisyonlarını incelediklerinde atmosferin %95inin reaktif bir gaz olmayan CO2'den oluştuğunu, %2 oranında da azot olduğunu görmüşlerdir. Oksijen gazı tespit edilememiştir. Dünya atmosferinin ise dengede olmayan pek çok gazın karışımından olduğunu gözlemlemişlerdir. Dolayısıyla dünyada yaşamın varlığı beklenir ki öyle olduğunu da biliyoruz.

Yerküredeki gaz kompozisyonunun kimyasal bir dengede olmaması ancak buna rağmen sabit bir durumun korunuyor olması Gaiahipotezinin emarelerindendir. Devam edegelen kimyasal reaksiyonlara rağmen atmosferdeki gaz kompozisyonunu sabit durumunu korumaktadır. (%20.8 O2, %77 N2, %0.03 CO2)


Gaia hipotezine örnek olarak sunulan bir diğer emare dünyanın sabit kalan ısısıdır. Dünyanın ısısının nasıl sabit kaldığını anlamak için kendi vücudumuzun ısı mekanizmasına bir bakalım:

Hepimizin bildiği üzere insan vücudunun sıcaklığı 36-37C civarlarında tutulur. Bu sıcaklığın korunumu vücuttaki beyin, çeşitli organlar ve sistemler arasındaki geri beslemeler ile sağlanır. Eğer ortam çok soğuksa vücutlarımız titreyerek ısı üretir. Eğer çok sıcak ise vücutlarımız terleyerek evaporasyon ile ısı kaybeder.

Yerkürede de sıcaklık benzer ama çok daha karmaşık bir şekilde regüle edilir. Bunu anlamak için Yerkürenin "Albedo" sunu incelememiz gerekir. Albedo, gezegenin rengi ve ışığı emip yansıtabilme yetisi ile ilgilidir. Tıpkı siyah asfaltın ısıyı emeceği, beyaz kaldırımların ise ısıyı yansıtacağı gibi...

Gezegen üzerindeki karanlık alanlar, ısıyı emen dağlar, ormanlar ve okyanuslar olarak görülebilir.

Güneşin enerjisini yerküreden uzaklaştıran açık renkli alanlar ise çöller, bulutlar ve buzul alanlarıdır. 

Tahmin edeceğiniz üzere dünyanın "Albedo"su sabit değildir. Aksi takdirde dünya ya devamlı ısınır, ya da devamlı soğurdu. Peki yerkürenin albedosunu ne gibi faktörler düzenler?

Global sıcaklığın kontrol yöntemlerinden birisi bulutlardır. Daha fazla bulutun varlığında daha fazla güneş ışığı yansıtılır ve yerküre soğur, daha az bulutun varlığında ise daha çok güneşışığı emilerek yerküre ısınır. Bulutların miktarını kontrol eden mekanizma nedir öyleyse?

Yerkürenin 3te 2sinin deniz ve okyanuslardan oluştuğunu düşünürsek, deniz ve okyanusların üzerinde bulut oluşumuna yol açan faktörlerin dünya sıcaklığına büyük bir etkisi olduğundan bahsedebiliriz. Bu mekanizmalardan birisinin de deniz fitoplanktonları tarafından salınan CNN (cloud-condensation nuclei) olduğu iddia edilmektedir.

Bulutlar, atmosferdeki su buharı yoğunlaştığında ya da donduğunda oluşur. Ancak bulutların oluşması için suyu bir damla şeklinde toplayacak bir parçacığa ya da çekirdeğe ihtiyaç vardır. CCN'lerde bulutları oluşturan parçacıklardır. Su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşarak bulutlara dönüşür. 

Fitoplanktonlar bir çeşit CCN olan DMS (dimetil sülfat) salınımı yaparlar. Fitoplanktonlar güneş ışığına maruz kaldıklarında daha hızlı büyürler ve daha çok DMS salınımı yaparak bulut oluşumuna hız verirler. Bulutlardaki artış yerküreyi soğuttuğu gibi fitoplanktonların daha az güneş ışığı almasına ve DMS salınımlarını azaltmasına sebep olur. Sonucunda daha az bulut oluşarak yerkürenin ısısı artmaya başlar. Yani fitoplanktonlar sanki yerkürenin termostatı parmaklarının ucundaymış gibi davranır. Fitoplanktonlar ile ilgili daha detaylı çalışmalara gerek olmasına rağmen bu anlatılan geri besleme mekanizması, yaşayan organizmalar ile yerkürenin nasıl bir etkileşim içerisinde olduklarını düşünmemiz için bir ipucudur.

Buna benzer şekilde yerkürede devamlı süregelen karbon döngüsü, azot döngüsü ve sülfür döngüsü gibi döngüler vardır. Yaşayan organizmalar bu döngülerin en hayati parçalarıdır. Muazzam kütledeki madde bu organizmalar sayesinde tüketilir, dönüştürülür, taşınır ve geri kazanılır. 

Yaşayan organizmalar tarafından gerçekleştirilen bu gezegensel proseseler Gaia hipotezine inandırıcılık vermiş olmakla beraber varlığını da tam olarak ispatlamamıştır. 

Hipotezin dayandığı diğer savlar şunlardır:

- Dünyanın küresel anlamda yüzey ısısı, Güneş tarafından sağlanan enerji arttığı halde sabit kalmıştır. (Yeryüzünde yaşam başladığından bu yana Güneş'in sağladığı enerji %25 - %30 artmıştır. Buna karşın gezegenin yüzey ısısı küresel düzeyde, olağan sayılamayacak şekilde sabit kalmıştır.)

- Okyanusların tuzluluk oranı sabittir.

Kaynak: http://www.bibliotecapleyades.net/gaia/esp_gaia01.htm
http://tr.wikipedia.org/wiki/Gaia_Hipotezi

Yıldızlararası (Interstellar) Filmine Dair...



Uçsuz bucaksız kainatın bir köşesinde yer alan galaksimizdeki sıradan bir yıldızın çevresinde dönüp duran masmavi bir gezegende başlayan insanlığın hikayesi heyecan verici. Binlerce yıl önceki atalarımız elektriğin, ateşin, hatta konuşacak bir dilin bile olmadığı, çeşit çeşit tehlikeyle dolu bu gezegende bir hikayeye başladılar. Önce çevrelerini, sonra kıtaları, sonra gezegeni keşfettiler. Şimdi uzayı keşfetmenin peşindeyiz. Belki de insanlık tüm olasılıklara rağmen evrendeki tek zeki yasam biçimidir, bu evrenin gizemlerini çözebilecek tek kahramandır. Kainatın hikayesinde insanın yok olması yarıda kalan film gibi olur, giriş gelişmesi olup da sonu yazılmamış roman gibi.. Kendi varlığının ve gizemlerinin farkına varacak birileri olmadan dönsün dursun gezegenler, patlayıp dursun yıldızlar. İste ateizmin mantıklı bulmadığım tarafı bu. Bilinçli zekânın ortaya çıkmış olması ile olmaması ateist bakış için farketmiyor. Halbuki bana bilinçli zeka kaçınılmaz geliyor. Ki bu yüzden Gaia kuramına da ihtimal veriyorum. En nihayetinde de tüm gizemlerini çözdüğümüzde evrenin, bulacağımız şey bir Tanrı değil, Tanrıların ta kendisinin biz olduğumuz fikri olacak belki de.


Kimler bu adamın yerinde olmak isterdi?

Bilmediğimiz ufuklara yol almak? 

Kimsenin daha önce görmediği bir gezegene ayak basmak? 

Masmavi harika küre gezegenimize astronomi kitaplarından değil çıplak gözleriyle bakmak? 

Dünyadan milyonlarca, milyarlarca km uzaktaki galaksilere yol almak?

Ve bir karadeliğin merkezine seyahat etmek?

İnsan türü için bu çok daha büyük bir adım olmaz mıydı? Ve o insan belki de Tanrı'ya en çok yaklaşanımız da olmaz mıydı?




26 Kasım 2014 Çarşamba

İşlemci Nerede?


Bir proses tesisinde kumanda ve kontrolü bilgisayarlar ve plc ya da türevi elektronik cihazlar ile sağlarsınız. Sahadaki motorların sıcaklıklarını, devirlerini, hatlardaki basıncı, akış miktarını, tankların seviyelerini uygun tipteki sensörler ile algılar ve elektrik sinyallerine çevirerek PLC’lerin giriş kartlarına yollarsınız.

Buraya kadar herşey insan algılaması ile çok benzerdir. Derimizdeki 12 çeşit almaç tarafından örneğin sıcaklık, basınç, hafif dokunuşlar vb. tarzı etkiler algılanır. Akson demetleri ya da sinirler tarafından da beyin sapına, oradan da beynin ilgili nöronlarına iletilir.

Ancak durum bundan sonra biraz farklılaşır. Proses tesisi örneğine giriş kartlarına gelen bilgiler PLC’nin işlemcisine aktarılır. İşlemci, daha önceden kendisine yüklenen programa göre bu girişleri değerlendir ve uygun çıktılar üretir: örneğin vanaları açmak, fanları devreye almak gibi.

Ancak insan beyni bu girişleri hangi mekanizmaya ya da programa göre yorumlamaktadır net değildir. Tek bildiğimiz beyinde iki tip hücre olduğu, birisi nöronlar diğeri gliyal hücreler. Gliyal hücreler ölen nöronların yokedilmesinden sorumlu. Bir nöronun yapısı ise tipik olarak aşağıdaki gibi:



Nöronların dendrit kısmı diğer nöronlar ile sinaps denilen bağlantıları kuruyor. Akson kısımları sinirleri oluşturuyor. Bağlantı denilen kısım ise nihai deri hücreleri, almaçlar vb. ler den gelen bilgileri topluyor. Almaçlar bir şey algıladığında akson boyunca çeşitli kimyasal ve elektriksel sinyaller oluşarak çekirdeğe ulaşıyor ve çekirdek bu sinyallerin etkisi ile yeni bir elektrik sinyali üreterek dendritler ile sinapslara iletiyor. Bu iletim sonucunda da örneğin kaslara komuta eden motor nöronlar harekete geçirilebiliyor.

Ancak soru şu? Sıcaktan eliniz yandığında, o elinizi çekmenizi sağlayan komut dizisi nerede yüklü? Bir isteğinizi yerinize getirmek için harekete geçmenizi sağlayan program nerede yüklü? Nöronların çekirdeklerinde mi?